MUSTAFA DURMUŞ: DEVLET BÜYÜRKEN, KAMUSALLIK HIZLA TASFİYE EDİLİYOR (13.04.2021)

428
MUSTAFA DURMUŞ: DEVLET BÜYÜRKEN, KAMUSALLIK HIZLA TASFİYE EDİLİYOR (13.04.2021)
13.04.2021

Belediyelere kayyım atamaları, lebaleb doldurulan iktidar partisi kongreleri, İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme, devlet memuru olacaklara ilişkin derinleştirilmiş yeni güvenlik soruşturması zorunluluğu, 6 milyon yurttaşın oyunu alan HDP’nin kapatılması istemi, Ömer Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi, ortaokul ve liselerde yüz yüze eğitimlerin hala başlatılamaması ve üniversitelerin kapalı tutulması, buna karşılık Boğaziçi üniversitesinin fiilen polis tarafından abluka altına alınması,  Siyasal İslamcı cemaatlerin önde gelenlerinin çocuklarının düğünlerinin Salgınla ilgili açıklanan önlemlerden muaf bir biçimde kısıtsız yapılması, iktidar partisine yakın olanların cenaze törenlerindeki ürkütücü kalabalık görüntüleri, bugünlerde Meclise getirilen Turizm Teşvik Yasa Teklifi ve dikkatimizden kaçan daha birçok şey ülkede kamusallığın tasfiyesinin hızlanarak sürdüğünü gösteriyor.

 

Çünkü politik alan sadece iktidar partilerinin faaliyetleriyle sınırlandırılıyor ve muhalefet partileri ve vekilleri fiilen bu alanın dışına itiliyor. İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilmekle kadınlar kamusal alanın dışına tutulup evlerine tıkılıyor. HDP kapatılarak Kürtler kamusal alandan dışlanıyor. Yeni güvenlik soruşturması kanunu teklifi ile iktidar blokunun muhalifi olarak değerlendirilenler, rejimin makbul görmediği gençler, artık devlet memuru olamayacak, böylece bu alanın dışına kalacaklar.

 

Salgınla ilgili olarak yeterince önlem alınmadığı için bir türlü yüz yüze öğretime açılamayan liseler ve üniversitelerdeki gençler de kamusal alanının dışında kaldılar.

 

Sıradan insanlara düğün ve cenaze törenleriyle ilgili ciddi kısıtlamalar getirilirken, Siyasal İslamcı figürlerin fiilen bu yasaklardan muaf tutulmaları da kamusal alanın artık İslamcı figürlerle doldurulmakta olduğunun bariz göstergeleri.

 

Son olarak, Turizm Teşvik Yasa Teklifi ile ülkenin tarihsel ve kültürel değerleri yok edilebilecek, ormanları, kıyıları ranta ve yapılaşmaya daha fazla açılabilecek, mera ve yaylaları köylünün elinden alınabilecek. (1)

 

Bu gelişmelerin ışığında demokrasi güçlerinin kamu ve kamusallık konusunu bir kez daha masaya yatırması gerekiyor. Bunun için de, öncelikle kamu ve kamusallık olgusunun daha net bir bilince çıkartılması ve bununla ilgili tartışmaların sürdürülmesi zorunlu.

 

Kamu ve kamusallık nedir?

 

Siyaset bilimi kamuyu; “herkese açık, bütün topluma ait, özel ya da kişisel olmayan, aile ya da piyasa olmayan” biçiminde tanımlıyor. Kamu aynı zamanda; kolektivizm, kolektif mülkiyet, kolektif dayanışma, kamusal eylemlilik alanı, halk (insan grubu), kamusal alan (mekân, yer) demek. Keza kamu denilince akla kamusal hizmetler (ve bunu sunan kurumlar), yurttaşlık hak ve sorumluluğu ve politik temsil alanı da geliyor.

 

Kamu ile özel arasındaki ayırımdaki en temel ölçüt ise “kamusal yararın varlığı”. Kabaca, bir işte kamusal yarar söz konusu ise yapılan o iş kamusal bir iştir denilebilir.

 

Kamu ve kamusallık kavramları asıl olarak ulus devlet ile ortaya çıkan kavramlar. Öyle ki bu kavramlar geçtiğimiz yüzyılda ulus devlet ile üç düzlemde ilişkilendiriliyor. Sırasıyla (2):

 

(i)  Kamu, vatandaş, halk, ulus olarak tanımlanıyor.

 

Kolektif kimlik ve kolektif mülkiyeti esas alan bu kavramsallaştırma altında, kamusal mal ve hizmetlerin vergileme yoluyla finansmana dayalı olarak sunumu meşru bir biçimde mümkün olabiliyor. Bu bağlamda kamusal mal ve hizmetlerin kamusallığının en güzel örneği kuşkusuz Covid-19 Salgınına karşı tüm insanların ücretsiz olarak ve ayrımcılık yapılmadan aşılanmasını sağlayabilecek nitelikteki bir kamusal sağlık hizmetidir.

 

(ii) Kamu, kamu sektörü, devlet, olarak tanımlanıyor.

 

Bu kavramlaştırma altında kamu sektörü ve devlet özdeşleştiriliyor ve devlet aygıtı kolektif kamusal çıkarların bir savunucusu olarak betimleniyor.

 

(iii) Kamu, bireysel hak özgürlükler, yasal ve demokratik değerler, kamusal alan olarak tanımlanıyor.

 

Bu tanımlamaya göre ise; kamusal alan özel inançlardan ve çıkarlardan ve piyasanın ticarileşmiş ilişkilerinden açıkça farklılaşmış seküler bir alan olarak görülüyor. Bunun tipik örneği devletlerin din ya da mezhebinin olmamasıdır.

 

Kamusallık, daha sık görülen bir biçimde, ‘kamusal alan’ olarak da tanımlanıyor. Fiziki bir alan olarak tanımlanan kamusallığın tasfiyesinin bazı örnekleri ise şunlar: Kamusal mekânların ticarileşmesi, metalaşması, neo-liberal kentleşme ve yaygın tüketimcilik (AVM’ler örneğindeki gibi), ormanların, toprakların, su kaynaklarının özelleştirilmesi, güvenlik kameralarıyla ya da insansız hava araçlarıyla halka ait alanların sürekli olarak izlenmesi, halka açık parkların kapatılarak ya da kolluk güçlerince işgal edilerek halkın kamusal alandan fiilen dışlanması, toplulukların parçalanması.

 

Kamusallık konusundaki önemli bilimsel başvuru kaynaklarından birisi olan J. Habermas kamusal alanın görünürlüğüne özel bir önem atfeder.(3) Ancak kamusallık kamu/özel dikotomisine (keskin ayrıştırma) tabi kılındığında görünürlükle ilgili sorunların doğması kaçınılmaz hale gelir.

 

Çünkü böyle bir dikotomi bizim kamuyu “görünürlük” ile özdeş bir biçimde algılamamıza yol açabilir. Böylece görünür olan her şeyin kamusal olduğu gibi bir yanılsamaya kapılabiliriz. Örnek olarak, son zamanlarda Siyasal İslamcı figürlerin kamusal alanda daha çok görünür olması, gerçek bir kamusallığın varlığını kanıtlamaz, tam tersine kamusal alanın bir başka şey ile ikame edildiğini gösterir. Bu nedenle de kamu sadece görünür değil, halk tarafından gerçek anlamda ve özgürce dokunulabilir, hissedilebilir olmalıdır.

 

Kamu “devlet” demek değildir

 

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de kamunun,  genelde devlet ile birebir aynı olduğuna inanılıyor. Bu inanışta kuşkusuz devleti “sınıflar üstü” ya da  “herkese ait” bir organ olarak sunan ideolojilerin etkisi çok büyük.

 

Oysa bu iki kavram aynı değil. Devlet ile kamu kavramlarının ayrıştırılması ise hem tekçi-devletçi düşüncenin aşılması, hem de sosyalist bir kamusallığın kurulması bakımından çok önemli. Bu bağlamda özelleştirmelere karşı yeniden devletleştirmeler sosyalist bir çözüm olamaz, bunların toplumsallaştırılmasını savunmak gerçek bir ilerici yaklaşımdır.

 

Korporatizm tehlikesi!

 

Ayrıca böyle bir özdeşliğin yol açtığı ciddi bir tehlike daha söz konusudur: Korporatizm. Çünkü kamu-devlet özdeşleştirmesi, korporatist yapılanmaların meşrulaştırılmasına hizmet eder.

 

Korporatizm, Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında, Avrupa’da işçi sınıfının sendikal örgütlenmeye ve sosyalizme doğru büyük çapta yöneliminin söz konusu olduğu bir dönemde, burjuvazinin bunu önleyebilmek için gündeme getirdiği bir çözüm.

 

Öyle ki korporatizm, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasına gerek kalmaksızın sosyal adaletin sağlanabileceği, işçilerin çıkarlarının böyle bir yapılanma altında korunabileceği propagandasına dayalı olarak kitlelere benimsetildi.

 

Oysa uygulamada tam tersi sonuçlar ortaya çıktı. İtalya’da 1922–1945 faşist Mussolini döneminde “Ulusal Korporatizm”, Almanya’da 1933–1945 faşist Hitler döneminde  “Nasyonal Sosyalizm”,  İspanya’da 1936–1973 faşist Franco döneminde “Ulusal Sendikalizm”,  1932–1968 faşist Salazar döneminde Portekiz’de ve 1933–1945 faşist Vargas döneminde Brezilya’da “Yeni Devlet” adları altında gündeme getirilen korporatist uygulamaların sonucunda emek ile sermaye arasındaki sınıf mücadelesi, sermayeden yana sonuçlar üretmek üzere sönümlendirildi. (4)

 

Korporatist devlet örgütlenmesi altında toplum ve ekonomi “korporasyon” olarak adlandırılan çıkar gruplarının varlığına göre örgütlendi ve ortaya çıkan her hangi bir sorun (örneğin işçi ücreti tartışmaları) bu grupların temsilcileri arasında yapılacak müzakereler aracılığıyla çözümlendi. Böylece normalde serbest piyasacı sistemde rekabet ile çözümlenen sorunlar bu yapılanma altında devletin doğrudan müdahalesiyle yürütülen sözde bir toplu pazarlık yöntemi ile ortadan kaldırıldı.   

 

Emek ve sermaye örgütleri eşit temsil ediliyormuş görüntüsü verilse de, uygulamada müzakereler en geniş yetkilerle donatılmış sermaye dostu liderin ya da diktatörün isteklerine göre sonuçlandırıldı. İşçi sınıfının her türden örgütlenmesi, sendikalar etkisiz hale getirildi, işçilerin hak mücadeleleri fiilen ortadan kaldırıldı.

 

Örnek olarak, 1 Mayıs 1933 tarihinde Almanya’da Naziler 1 Mayıs’ı resmi tatil ilan ettiler, ancak sadece 11 gün sonra sendikaların mülkleri devletleştirildi, sendikaların yerini ‘Alman Emek Cephesi’ aldı.(5) 1935 yılında Nazi rejimi zorunlu işçi karnesi sistemine geçti. Bu karnenin bir kopyası işverende, diğeri bakanlıkta tutuluyor ve uçak ve metal sanayi gibi askeri sanayilerden işçilerin işlerinden ayrılması yasaklanıyordu.(6) 1936 yılında savaş üretim sanayilerinde çalışma saatleri haftalık 70 saate çıkartıldı. 1925 yılında İtalya’da sadece faşist sendikaların müzakere haklarının olduğu ilan edildi. Almanya’da faşizm döneminde nominal ücretler değişmedi, hatta azaldı. 1932’de 100 olan reel ücret endeksi 1936’da 94,5’e, 1939’da 94,0’e ve 1944’te 85,5’e düştü.(7)

 

Burjuva kamusallığı

 

Her ne kadar bugün üzerinde konuştuğumuz kamusallık Habermas tarafından ortaya atılmış olan burjuva kamusallığı olsa da, öncesinde de birçok düşünür tarafından bu konunun ele alındığı biliniyor.

 

Örneğin, Aristo’ya için kamusal alanda yer almanın koşulu leksis (akla dayalı konuşma) ve praksistir (eylem). Bu aynı zamanda siyasete katılmanın da gereğidir. Kamusal alan olmaksızın sözün de eylemin de bir anlamı yoktur.

 

Marx, kamusal alanı toplumsal perspektiften ele alırken, toplumsal alanın kamusal bir nitelik kazanması gerekliliğini ifade eder: Devletin bizzat kendisinin politik hale gelmiş bir toplum tarafından geri alınmasından söz eder. Bu, bugünkü retorikle; “politik olan toplumsallaşması, toplumsal olan politikleşmesi” olarak özetlenebilir.

 

20’inci yüzyılda Fraser, Bauman, Kluge gibi filozoflar kamusal alanın toplumsal olarak genişletilmesi gerektiğini ileri sürerken; Foucault, Agamben ve Arendt  bu kavramı biyo politik bağlamında tartıştılar. (8)

 

Habermas ise kamusallığı tarihsel ve normatif bir kategori ve rasyonel iletişime dayalı olarak ele aldı. Burjuva kamusallığını ve onun 1960’lı yıllardaki sosyal devlete doğru olan dönüşümünü tartıştı. Ona göre kamusallığın öncülleri 18’inci yüzyıl sonlarında Almanya’daki okuma toplulukları, aydınlanma cemiyetleri, eğitim birlikleri, mason örgütleri gibi burjuvaların kendileriyle sınırlı tuttukları eşitlikçi, katılımcı ve karar almada çoğunluk kuralını ilk kez hayat geçiren kamusal topluluklardı.

 

Bu anlamda kamusallık, burjuva özgürlüklerini güvence altına alan kamu erki ile özel hukuka göre örgütlenmiş iktisadi toplum arasındaki ilişkinin kamu/devlet hukuku tarafından tesis edilmesidir.

 

Ancak Habermas’ın kamusallık anlayışı;  burjuva kamusal alanını idealleştirdiği, burjuva kamusal alanının yanı sıra, ona muhalif bir plebyen kamusal alanının eşzamanlı olarak gelişiminin önemini ihmal ettiği, kamusal alanı devletten ve piyasadan, ekonomiden ve ev yaşamından ayrı bir alan olarak kabul ettiği ve praksise yeterli vurguyu yapmadığı için eleştiriliyor.

 

Sosyal devletin tasfiyesi kamusallığın da tasfiyesine yol açtı

 

İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında Avrupa’da gündeme gelen sosyal devlet uygulamaları kabaca üç biçimde gerçekleşmişti: Ekonomiye yapılan düzeltici müdahaleler ve sermaye kontrolleri,  yaygın sosyal yardımlar ve güçlü-örgütlü işçi sınıfının varlığı.

 

Sermaye kontrolü ve ekonomiye yapılan müdahaleler kapsamında dış ticarette korumacılık, yatırımların devlet düzenlemesine tabi tutulması, sermaye kontrolleri, sabit döviz kuru sistemi; emek alanı ile ilgili olanlarsa emek koruyucu mevzuat ve kapsamlı kamu sektörüne sahip olmak sayılabilir.

 

Bu dönemde nicelik ve niteliği iyice artan kamusal mal ya da hizmet üretiminin, kamusal sigorta sisteminin ve kamu kolaylıklarının kapitalist piyasaların neden olduğu başarısızlıkların ortadan kaldırılmasına yönelik olarak kullanıldığı gerçeğinin de altını çizmek gerekiyor.

 

Ayrıca, sosyal refah devletleri; bir yanıyla emek – sermaye uzlaşmasının bir ürünü iken, diğer yanıyla örgütlü emek mücadelelerinin bir sonucuydu. Yani işçi sınıfının verdiği mücadeleler burjuva kamusallığının alanının genişletilip emekçi sınıf ve katmanların da bu alanın içinde (geçici de olsa) yer almasını sağladı.

 

Bugün kamusallığın korunması ile ilgili olarak verilen mücadeleleri de bu kapsamda, yani kazanılmış hakları korumaya, mevzileri terk etmemeye dönük haklı mücadeleler olarak tanımlamak çok daha doğru olur.

 

Neo-liberalizm kamusallığın tasfiyesinin başlangıcı oldu

 

1980 sonrasında hızlanan küreselleşme, finansallaşma ve neo-liberalizm, buna karşılık reel sosyalizmin çöküşü sermayenin hegemonyasının yeniden ve daha güçlü bir biçimde kurulmasını sağladı. Bu gelişme kamusallığın giderek tasfiye edilmesiyle sonuçlandı.

 

Bu dönemde sınıfsal güç dengelerinde ve kapitalist devlet anlayışında önemli değişiklikler meydana geldi. Bu gelişmeler sosyal devletlerin günümüzde içine girdikleri paradigma değişikliğinin ve beraberindeki kamusallık anlayışındaki değişimin ve kamusallığın tasfiyesinin arka planını oluşturuyor.

 

Öyle ki, 1980 öncesinde kapitalizme damgasını vuran olgular olan Fordizm ve Keynesyenizm işçi sınıfını ve genel olarak vatandaşları kapitalizmin aşırılıklarından koruyan bir çeşit “Toplumsal Anlaşma” iken, neo-liberalizm dünya çapındaki politik ekonomiyi giderek daha fazla hâkim sınıf ya da ulusların emrine sokacak şekilde şekillendiren ideoloji ve /veya açgözlülükle güçlendirilmiş bir topyekûn saldırının, savaşın hikâyesi olarak karşımıza çıktı.

 

Neo-liberal dönemin ise en belirgin dört özelliğinin olduğunu görüyoruz: (i) Kamunun küçültülmesi ve kamusal mal ve hizmetlerin metalaştırılması (özelleştirmeler),  (ii) her türlü emtiayı bir spekülasyon aracına dönüştüren hızlı bir finansallaşma,  (iii) her türlü doğal, sosyal ve reel felaketin ve krizin kapitalist sınıf için ve onun tarafından manipülasyonu ve (iv) servetin üst sınıflar lehine ve bölüştürülmesinde devletin açık ve pervasız bir biçimde bir araç olarak kullanılması.(9)

 

Neo liberalizm ile birlikte geleneksel sermaye birikimi yöntemlerine ilave olarak ayrıca, sağlık ve eğitim gibi kamusal hizmetlere ve su, orman, toprak gibi doğal varlıklara el koyma biçiminde çağdaş bir “ilkel birikim modeli” de yoğun bir biçimde kullanıldı.

 

Örnek olarak, Türkiye’de 2004’ten bu yana sayıları toplamda 1609’u bulan “acele kamulaştırma kararı” (10) ile ilkel sermaye birikimi yöntemlerini andıran yeni “çitlemeler” ya da el koymalar bir yandan köylülerin topraklarından atılmaları, işsiz kalmaları ve yoksullaşmalarıyla sonuçlanırken,  diğer yandan kamusallığın tasfiyesinde en etkili yöntem oldu.

 

‘Yönetişim modeli’ kamusallığı aşındırdı

 

1990’lardan 2010’lara kadar gündemde olan ve devlet yönetimini; devlet dışındaki aktörleri de (sivil toplum örgütleri, şirketler, piyasalar gibi) kapsayacak şekilde, yani “birlikte yönetme”, “hükümet olmadan yönetme” anlamında tanımlayan neo-liberal yönetişim anlayışı da kamusallığa büyük zarar verdi.

 

Çünkü ‘yönetişim’ altında kamusal hizmetlerin amaçlarında, yapılarında, işlevlerinde, biçim ve kullanıcılarında önemli değişim ve dönüşümler sağlandı. Bu değişim, kamusallığı, sırasıyla; kamu/özel ayrımını belirsizleştirerek, kamunun sosyoekonomik rolünü, hizmeti kullananların bileşimini daraltarak, hesap verilebilirliği azaltarak ve kamuya duyulan güveni sarsarak azalttı. (11)

 

Ayrıca kamusal hesap verilebilirliğin (bütçe hakkı ve diğer parlamenter demokrasideki standart normlar) giderek ortadan kalkması kamusallığın tasfiyesinin bir yolu oldu.

 

Piyasa İslamı- siyasal İslam kamusallığı tasfiye ediyor

 

Tüm bu faktörlere ilave olarak, Türkiye’de kamusallığın tasfiye edilmesini sağlayan bir önemli faktör de dinsel alanda ortaya çıkan gelişmeler oldu. Öyle ki son yıllarda kamusal alandaki görünürlüğü hızla artan dinsel pratiklerin ve simgelerin kamusallığı tasfiye ettiğine tanık oluyoruz. Bu gelişme özellikle son 19 yıldır Türkiye’de neo-liberalizmin muhafazakârlık (ve ardından milliyetçilik) ve din kurumu ve Siyasal İslamcı cemaatlerle yaptığı ittifakın bir sonucu.

 

Böyle bir strateji altında dinsel referans geleneksel İslami bir duruştan öte bir kamu karşıtlığından besleniyor. Dinsel lügatin zekât, sadaka, vakıf gibi temel kavramları yeni sosyal politika araçları olarak refah devletine alternatif olarak, bir sivil toplum projesi biçiminde sunuluyor. Böylece özel sektörle işbirliği halinde dini cemaatler kamunun elini çektiği alanlara yerleşiyor. Küçülen kamunun yerine “özerk ve vicdanlı-ahlaklı” sivil toplum ikame ediliyor. Hayırseverlik, piyasa ve inanca dayalı bir ahlakçılık yeniden bölüşüm konusunda sosyal hak kavramının yerini alıyor. (12)

 

2015 yılından bu yana Piyasa İslam’ı yerini Siyasal İslam’a bırakınca kamusallık bir bütün olarak tasfiye edilirken, yerini yıllık bütçesi (ve kadroları) çok sayıda bakanlığın bütçelerinin toplamından fazla olan Diyanet İşleri Başkanlığı öncülüğünde ve Siyasal İslamcı tarikatlar ve cemaatlerin devlet aygıtıyla bütünleştiği bir yeni yapı aldı. Böylece kamusallık bütünüyle tasfiye edilirken devlet aygıtı büyütüldü, güçlendirildi.

 

Covid-19 salgını sonrası nekro-kapitalizm

 

Günümüz kapitalizmini (özellikle de Covid-19 Salgını sonrasında) neo-liberalizm sözcüğü ile tanımlamak yeterli değil. Çünkü kapitalizmin, daha önce eşi benzeri görülmemiş bir biçimde ırkçı, mafyatik, yolsuzluklara bulaşmış, ahbap-çavuş-akrabacı, hak hukuk tanımayan,  militarize olmuş, savaşçı, rövanşist, mutlak otoriter yönleri artık belirleyici bir hal almaya başladı. Dünyanın birçok ülkesinde ortaya çıkan bazı politik liderler ise bu kapitalizmin politik figürlerini oluşturuyor. (13)

 

Nekro-kapitalizm olarak tanımlanabilecek bu yeni dönemde devlette; mutlak otoriter, büyük sermaye dostu, emek ve doğa karşıtı, militarist, tekçi, ırkçı, cinsiyetçi (erkek egemen), farklı uluslara ve kimliklere karşı ayrımcı ve ötekileştirici eğilimler hâkim olmaya başladı.

 

Ekonomik alt yapıda ise, her türlü kararın ve uygulamanın mutlak bir biçimde özel piyasalara ve yandaş büyük sermayeye, onun işbirliği içinde bulunduğu uluslararası finans kapitale bırakıldığı, askeri-sanayi karması sektörün giderek başat hale gelmeye başladığı bir süreç yaşanıyor.

 

Devlet, ekonomi ve toplumda ortaya çıkan ve insanı ve doğayı yaşatmak yerine onu yok etmeye dönük böyle gelişmeler kamusallığın tabutuna çakılan son çivi olarak tarihe geçecektir.

 

Türkiye’de iktidar bloku vites yükseltiyor

 

İktidar blokunun hegemonyasının bir süredir hızlı bir inişe geçtiği inkâr edilemez bir gerçek. 2017 yılından bu yana kurulan “tekçi rejim” ile güçler ayrılığı ortadan kaldırılıp, yasama ve yargı yürütme organının kontrolüne sokularak yönetsel kriz (geçici olarak) aşılmış gibi görünse de, bu durum sürdürülebilir olmadığı gibi, iktidar bloku ideolojik olarak hegemonyasını da sağlayabilmiş değil. Toplumun en az yüzde 60’ının iktidarın yaptıklarını onaylamaması bunun en önemli kanıtı. Üstelik böyle bir siyasal ve ideolojik hegemonya kaybı Covid-19 Salgını ile iyice derinleşen ekonomik krizle daha da arttı, bu da iktidar bloku açısından kan kaybını hızlandırdı.

 

Bu gelişmeler karşısında, adeta bir Amok Koşucusu gibi, iktidar bloku ve üzerine oturduğu rejim daha da sertleşmeyi seçti. Bu yönde olmak üzere, öncelikle kendi iç ittifakını ve tabanını tahkim etmeye dönük adımlarını sürdürüyor. Böylece, uzunca bir süredir adeta düşmanlaştırılan muhalefetteki politik unsurların üzerine daha da sert bir biçimde gidiyor.

 

Bu durum devlet aygıtının çok daha güçlendirilirken, İstanbul Sözleşmesi ve HDP’nin kapatılması için açılan dava örneklerinden de görüleceği üzere, kamusallığın bütünüyle tasfiye edilmesi ve emeğin iyice zayıflatılmasıyla sonuçlanacaktır.

 

‘Müşterekler’ ve kamusallık

 

Emek, demokrasi ve özgürlük güçleri dünyada ve ülkede yaşanan ve kamusallığın bütünüyle tasfiyesiyle sonuçlanmasına neden olabilecek bu gelişmelere kayıtsız kalamaz. Bu nedenle de öncelikle kamusallığın, kamusal alanların, kamusal mal ve hizmetlerin savunulması, bu yönde mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor.

 

Diğer taraftan, devletin günümüzde dünyada ve ülkede yaşamakta olduğu dönüşümün de dikkatli bir biçimde okunarak, kamusallığın devlet alanı dışındaki alanlarda da yaratılması gereği üzerine kafa yorulması gerekiyor.

 

Bu noktada “kamusal mal ya da hizmet” kavramlarına alternatif olarak “müşterekler” kavramını kullanmak söz konusu olabilir. Bu kavramsallaştırma altında örneğin sağlık ve eğitim hizmeti sadece devletin sorumluluğunda ve örgütlemesi altında olmaktan ziyade, hepimize ait müşterek alanlar olarak tanımlanıp, yerelden örgütlemeler dâhil olmak üzere alternatif örgütleme ve buna yönelik alternatif finansman biçimlerini tartışmaya açabiliriz.

 

Dip notlar:

 

(1) https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kaboglu-turizm-tesvik-yasa-teklifiyle-ilgili-uyarida-bulundu (5 Nisan 2021).

 

(2) Newman, Janet ve Clarke, John Publics, Politics and Power: Remaking the Public in Public Services, Sage: London, 2009,  (Bölüm 2–8).

 

(3) Jürgen Habermas,  Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İletişim Yayınları 438, İstanbul, 1997.

 

(4) http://www.sjsu.edu/faculty/watkins/corporatism.htm.

 

(5) The reaction, https://libcom.org/library/reaction (19 June 2011).

 

(6) James Heartfield,  World war as class war. https://libcom.org (10 April 2016).

 

(7) Gerhard Bry (assisted by Charlotte Boschan), Wages in Germany, 1871-1945, Princeton University Press, http://www.nber.org/books/bry_60-1, 1960, s. 262.

 

(8) Nazile Kalaycı, Kamusal Alan Kavramı Üzerine Bir İnceleme: Aristoteles-Marx-Habermas, Hacettepe Üniversitesi SBE Felsefe Ana Bilim Dalı, Doktora Tezi, Ankara 2007.

 

(9) Sherry Ortner, “Klein, Harvey, Inside Job” and Neoliberalism, Anthropology of This Century”, May 2011, Mandel, Harvey ve Lashand Urry’den aktaran http://brechtforum.org (11 Nisan 2016).

 

(10) https://artigercek.com/haberler/acele-kamulastirma-adi-altinda-1609-el-koyma-karari-halkin-arazisi-sirketlere-bedava-veriliyor(1 Ekim 2020).

 

(11) M. Shamsul Hague, “The Diminishing Publicness of  Public Service Under the Current Mode of Governance”, Public Administration Review, (January/February 2001), Vol. 61, No.1, profile.nus.edu.sg/fass/polhaque/par-public.pdf(11 Nisan 2016).

 

(12) Patric Haenni, Piyasa İslamı- İslam Suretinde Neo liberalizm, (çeviren Levent Ünsaldı), Özgür Üniversite Kitaplığı, 2011, s. 118-125.

 

(13) Mark LeVine, “From neoliberalism to necrocapitalism in 20 years”,https://www.aljazeera.com/indepth/opinion/neoliberalism-necrocapitalism-20-years (15 Temmuz 2020).

 

12 NİSAN 2021 – ALTERNATİF AKADEMİ