Merkez Bankası bu haftaki toplantısında faiz oranlarını 200 baz puan artırarak politika faizi olarak da bilinen haftalık repo faizini yüzde 15’ten 17’ye yükseltti.
Böylece uzunca bir zamandır kafasının üstünde duran “enflasyon-faiz teorisi” tekrar ayaklarının üzerine oturtuldu.
Bu faiz artırımının, Merkez Bankası zorunlu karşılık oranlarının yükseltilmesinde olduğu gibi, değeri iyice düşmüş olan TL’ye değer kazandırmak, ülkenin kredi risk primlerini (CDS) düşürmek ve enflasyonu aşağıya çekmek için yapıldığı açık.
Nitekim faiz artırımının ilk ikisi üzerinde ani etkisi görüldü, kur gevşedi ve CDS’ler düşmeye başladı. Enflasyon üzerindeki etkisi ise zamana yayılı olarak ortaya çıkacak.
Enflasyon-faiz ilişkisini tekrar ayaklarının üstüne oturtmanın yüksek bedeli
öte yandan teoriyi tersinden okumanın (faiz sonuç değil nedendir biçiminde) yol açtığı ekonomik ve toplumsal zarar konusunda şu ana kadar yapılmış bir özeleştiri yok. Ülkeyi yönetenler buna yanaşmıyorlar. Ekonominin ve Merkez Bankası’nın yeni patronları da geçmişi konuşmaktan yana değil. “Ne de olsa geçmiş geçmişte kaldı…”
Oysa yönetilenler olarak bizlerin aynı tutumu takınma lüksü yok. Hafızamızı tazeleyelim: Bakan Albayrak döneminde reel faiz oranları düşük tutuldu, başka faktörlerin de etkisiyle birlikte bu durum döviz kurunu hızla yükseltti. Bu kez kurdaki bu hızlı artışı durdurabilmek için 128-130 milyar dolarlık bir Merkez Bankası döviz rezervi kamu bankaları aracılığıyla değerinin altında satıldı. (1) üstelik ödenen bunca büyük bir bedele rağmen döviz kurunun yükselmesi de durdurulamadı.
Döviz kurunun hızlı yükselmesiyle birlikte çok büyük bir ekonomik ve sosyal yıkım yaşandı, halen de yaşanıyor. Binlerce küçük işletme kapandı, döviz cinsinden borcu olanların borç stokları iyice büyüdü, bankaların tahsil edemediği batık krediler hızla arttı. Kapanan işyerleri yüzünden on binlerce işçi işsiz kaldı, toplum daha da yoksullaştı.
İş bilmezlik mi, bilerek ve isteyerek mi?
Bu durum
“iş bilmezlikten” kaynaklanan bir durum muydu, yoksa bilinçli olarak yürütülen bir strateji ve buna uygun para politikalarının bir sonucu muydu?
Konuyu sadece “iş bilmezlik ya da liyakatsizlik” gibi nitelemelerle açıklayabilmek doğru olmaz. Kuşkusuz bu faktörlerin de ortaya çıkan bu kötü sonuç üzerinde önemli etkisi var. Ancak asıl açıklayıcı faktör yıllardır bilinçli bir şekilde izlenen birikim stratejisi.
çünkü yıllardır ülkede, ağırlıklı olarak da dış kaynaklarla finanse edilen (özellikle de 2007 yılından bu yana), inşaat-emlak ve alt yapı yatırımlarına dayalı servet ve sermaye birikim stratejisi uygulanıyor. Devletin elindeki neredeyse tüm kaynaklar bu yönde kullanılıyor, ekonomi politikaları ise buna hizmet edecek bir biçimde kurgulanıyor.
Böyle bir stratejinin sonucunda ülkenin en gözde sektörleri inşaat ve bunun en önemli ayağı konumundaki bankacılık sektörü olurken, az sayıda inşaat şirketi ülkenin ekonomik olarak da, politik olarak da en önemli, en büyük sermaye grupları haline geldiler.
ülkenin yeni ‘beşi bir yerde’si
Nitekim basına da yansıdığı gibi, Dünya Bankası’na göre, dünyada devletten ihale alan şirketler sıralamasında en büyük ihaleyi alan ilk on şirketten beşi Türk inşaat şirketleri ve bunların üçü ilk beşte yer alıyor. Bu şirketlerin sahiplerinin siyasal iktidarla çok yakın ilişki içinde olduğu ileri sürülüyor. Bu şirketlerin 1990-2018 döneminde devletten aldığı inşaat ihalelerinin tutarı 143 milyar dolar, yani bugünkü kur ile 1,1 trilyon liraya yakın. (2)
Bu şirketler bugüne kadar hem inşaat alt yapısı, hem de şehir hastaneleri, TOKİ konutları, lüks plazalar, AVM’ler gibi üst yapı inşaatları yaptılar. Aldıkları milyar dolarlık projeler için olduğu kadar, yaptıkları inşaatları satabilmek için de bankacılık sistemine, yani krediye ihtiyaçları var. Bu kredilerin maliyetlerinin yüksek olmaması gerekiyor ki ortaya ciddi boyutta bir kâr çıksın. İşte düşük reel faiz politikası burada devreye giriyor.
Yani hem bu inşaat şirketlerinin kullandıkları yatırım ve işletme kredilerinin maliyeti yüksek olmamalı, hem de uzun vadeli konut- emlak kredisi kullanan tüketiciler için krediler pahalı olmamalı. Kısacası reel faizler düşük tutulmalı. Bu durum da uzunca bir süredir faizlerin (döviz kurunu patlatmak pahasına) neden artırılmayarak düşük tutulduğunun ekonomi politik arka planını sergiliyor.
Böyle bir toplumsal zarar, “iş yapan hata da yapar” diyerek görmezden gelinebilir mi? Bunun bedeli sadece bu politikaları uygulamakla sorumlu bir bakanı görevden alarak ödenebilir mi?
Dolarizasyon tehlikesi
Faiz artırımının bir diğer nedeni dolarizasyon. çünkü Ekim ayı bankacılık verilerine göre yabancı para cinsinden mevduatların toplam banka mevduatları içindeki payı yüzde 56’yı aşıyor. (3) Yani para sahipleri yüksek enflasyon ve gelecekle ilgili belirsizlikler yüzünden TL’den kaçıp dolar ve avro cinsinden mevduata yöneliyorlar. Bu da kurun yükselmesine neden oluyor.
Sıcak para kısır döngüsü
TL faizlerinin yükseltilmesi ülkedeki ekonomik büyümenin ana kaynağı olan sıcak paranın ülkeye gelmesi için de gerekli.
çünkü faizler yükseltildiğinde açılan faiz- kur makasından yararlanarak yüksek getiri elde etmek isteyen yabancı sermaye, sıcak para olarak da bilinen portföy yatırımlarıyla ülkeye geliyor. Nitekim (her ne kadar son iki haftadır bir yavaşlama olsa da)
6 – 27 Kasım tarihleri arasında ülkeye gelen 1,85 milyar dolarlık sıcak para döviz kurunun gevşemesinde etkili oldu. (4)
Sadece faiz artırımı ile enflasyonu kontrol edebilmek mümkün mü?
Diğer taraftan sadece faiz artırımı ile enflasyonun kontrol altına alınabileceğini düşünmek de anlamlı değil. Zira Türkiye’de enflasyon sadece parasal ya da toplam talepteki aşırılıktan kaynaklanan bir olgu değil. Aynı zamanda üretimde yaşanan dar boğazlarla, yüksek ithal enerji girdi maliyetleriyle, düşük verimliliklerle, kısaca arza ilişkin maliyetlerle de ilgili bir olgu.
üretimde dışa bağımlılığı azaltmaksızın, sadece faiz artırımı ile kurdaki yükselişi bütünüyle durdurabilmek mümkün olamayacağından, sadece faizleri yükselterek enflasyonu kalıcı bir biçimde düşürebilmek de zor.
Faiz kararı ile birlikte yapılan vergi indirimleri
Faiz oranlarının artırılmasından iki gün önce vergileme alanında da bazı düzenlemeler yapıldı. 22 Aralık tarihinde üst üste çıkartılan Cumhurbaşkanı Kararları ile vergilerde bir dizi değişiklik gerçekleştirildi.
öncelikle artık yapılan bu düzenlemeleri anlayabilmek için maliyeci, hatta vergi hukukçusu dahi olmak yeterli değil. Kararlara bakarak neyin ne olduğunu tam olarak anlamak zorlaşıyor.
Esnafa kira stopajı indirimi yok, diğerlerine var!
İkinci olarak bu kararlardan bazılarının neden alındığını da anlayabilmek kolay değil. örnek olarak, sinemaların Covid-19 nedeniyle kapalı olduğu bir dönemde 3320 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile yerli ve yabancı film göstermeleri için belirlenen eğlence vergisi oranları 31 Mayıs 2021 tarihine kadar sıfırlandı.
Bir diğeri 3319 sayılı Karar. Buna göre kooperatiflere, vakıflara, derneklere ait taşınmazların, yabancı devletlere, yabancı kamu idare ve kuruluşlarına, uluslararası kuruluşlara ait diplomatik statüsü bulunmayan taşınmazların kiraya verilmeleri durumunda ve Gelir Vergisi Kanununun 70. maddesinde yazılı mal ve hakların kiralanması karşılığında bunlara yapılan ödemelerde uygulanan tevkifat (stopaj) oranı, yeni yılın başından itibaren geçerli olmak üzere beş aylığına yüzde 20’den yüzde 10’a indirildi.
İşin aslı hali hazırda yüzde 10 olan bu oran, aynı Kararla yüzde 20’ye çıkartıldı, sonra 31 Mayıs tarihine kadar yüzde 10 olarak tekrar belirlendi. Bunun neden yapıldığını ise anlayabilmek zor.
Milyonlarca esnaf ve işletmenin, kira bedeline ek olarak ödedikleri kira stopajı Covid-19 koşullarında dahi yüzde 20 olarak devam ettirilirken bazı kurum ve kuruluşlara ait taşınmazların kira stopajlarının yarıya indirilmesinin mantığını da anlayabilmek mümkün değil.
Covid-19 aşısının bedava olmayacağı anlaşıldı
Sonucu net olarak anlaşılabilen bir Karar ise 3318 Sayılı Karar. Zira bu karar ile 2021 yılının sonuna kadar Covid-19 aşılarının ithal ve tesliminde alınan Katma Değer Vergisinin oranı yüzde 1’e indirildi. Bu da bu aşıların devlet tarafından ithal edilip ücretsiz olarak yapılması yerine, özel firmalarca getirilip piyasada satılacağının bir işareti.
Faiz artırımı ile dolaylı olarak ilgili asıl vergi düzenlemesi ise yine 22 Aralık tarihinde yapılan ve Gelir Vergisi Kanunun Geçici 67. Maddesi ile ilgili bir düzenleme. (5) çünkü bu düzenleme ülkenin sıcak paraya olan ihtiyacının bir göstergesi olduğu kadar, yüksek faiz geliri elde eden büyük servet sahiplerinin lehine bir düzenleme niteliğinde.
Asgari ücretli vergi öderken, faizcinin vergisini sıfırlayan bir karar
çünkü bu Karar ile bankaların ve fonların ihraç edecekleri Hazine bonosu gibi kâğıtlardan elde edilen faiz gelirinin stopajı sıfıra kadar indirildi. Eklenen Geçici Madde 3 ile bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih ile 31 Mart 2021 tarihi arasında, yani önümüzdeki 3 ay içinde, iktisap edilen, bankalar tarafından ihraç edilen tahvil ve bonolardan elde edilen gelir ve kazançlar ile fon kullanıcısının bankalar olduğu varlık kiralama şirketleri tarafından ihraç edilen kira sertifikalarından elde edilen gelir ve kazançlara ve yatırım fonlarından elde edilen kazançlara uygulanan Gelir Vergisi tevkifatı (stopajı) oranları yüzde 0’a kadar indirildi.
Detay vermek gerekirse;
vadesi 6 aya kadar olan bu değerli kâğıtlardan sağlanan gelirlerden (ve elde tutulanların elden çıkartılmasından sağlanan kazançlardan) sadece yüzde 5,
vadesi 1 yıla kadar olanlardan yüzde 3, vadesi 1 yıldan uzun olanlardan ise yüzde 0 oranında vergi alınacak (yani vergi alınmayacak).
Ne yazık ki bu düzenleme bize; net ücretinin nerdeyse yarısı kadar bir vergi ve prim yükü altında ezilen 10 milyona yakın asgari ücretlinin, asgari ücretin vergi dışı bırakılması taleplerini umursamayanların, bir avuç yerli ve yabancı rantiyenin elde ettiği milyonlarca liralık faiz gelirinden hiç vergi alınmayacağını söylüyor.
Hazine’nin zor durumda olduğunun itirafı gibi bir karar
Bu da bir yanıyla, Devlet Hazinesinin ne kadar zor durumda olduğunu gösteriyor. çünkü Devletin yeni borçlanmaya ihtiyacı var ancak bunun için dünyanın en yüksek faizlerinden birini yerli ve yabancı finans kapitale vermek yetmiyor, aynı zamanda ona ödediği faiz üzerinden aldığı vergiden de vazgeçmesi gerekiyor. Bu aynı zamanda Türkiye kapitalizminin, emperyalizmin önemli bir aracı olan küresel sermaye hareketlerine ne kadar bağımlı hale geldiğini de gösteriyor.
Sözde farklı, özde farklı siyaset anlayışı
Kuşkusuz bir diğer boyutuyla, faiz oranlarının artırılması, faizden beslenen sermayeye devlet bütçesinden (dolayısıyla da vergi mükelleflerinden) daha fazla kaynak aktarılması anlamına gelirken, faiz ödemelerinin bütçe içindeki payının da giderek artmasıyla ve böyle devam ederse diğer kamusal hizmetler için ayrılan ödeneklerin giderek azalmasıyla sonuçlanacak.
Nitekim son birkaç yıla ait bütçedeki faiz ödemeleri bu gidişatı doğruluyor. öyle ki: 2017 yılında devlet bütçesinden faizciye 57 milyar TL, 2018’de 74 milyar TL, 2019’da 99,9 milyar TL ödendi. 2020 yılında bu miktarın 137,4 milyar TL ve 2021’de 179,5 milyar TL olması bekleniyor. (6) Verili koşullarda bu hedefin tutması zor görünüyor.
özcesi faiz oranları artırılırken, beraberinde bu faizlerden alınan Gelir Vergisi oranlarının düşürülmesi ya da sıfırlanması artık bir AKP klasiğine dönüştü. Bu da her ekonomik sorunun altında faiz lobisi arama çabasının da, buna uygun propagandanın da artık toplumda karşılık bulamayacağı bir dönemin geldiğini gösteriyor.
Dip notlar:
(1)
https://www. sozcu. com. tr/2020/ekonomi/merkezin-128-milyar-dolarlik-rezerv-satisi-tbmm-gundeminde
(28 Kasım 2020).
(2) “Turkey’s Pro-Government Construction Companies Among World’s Ten Most Tender-Winning Firms”,
https://ipa. news
(30 December 2018).
(3) Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu verileri,
https://www. bddk. org. tr/BultenAylik
(25 Aralık 2020).
(4) Alaattin Aktaş, “Umut TL’ye geçişte ama bunun işareti henüz yok”,
https://www. dunya. com
(18 Aralık 2020).
(5)
22 Aralık 2020 Tarih ve 3321 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararı.
(6) 2021 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı (26 Ekim 2020).
27 ARALIK 2020 – ALTERNATİF AKADEMİ