YÜKSEL AKKAYA: YASAKLANAN GREVLER DEĞİL SENDİKACILIKTIR!. . (27. 01. 2017)

190

“… o vakit işçinin üzerinde; Hükümet, işçinin haklarını vermeye yanaşmayan, ona hasım olan, hasım demeyelim de ona karşı olan ve işveren tarafını tutan bir organdır”
Metal sektörü işçilerinin en temel hakkı olan grevleri bir kez daha “milli güvenlik” gerekçesi ile yasaklanmıştır. öyle anlaşılıyor ki bu bir öncü tutum, haberdir. Zira metal fırtınanın beklediği toplu pazarlık ve grev kararları yavaş yavaş dumanını gökyüzüne salmaya başlamıştır. Daha büyük bir fırtına öncesi bir rüzgarı kesen bu yasak ilk işarettir. O zaman sormak lazım: Yasaklanan sadece grevler midir? Hayır! Asıl yasaklanan sendikacılıktır, sendikal örgütlenme özgürlüğüdür!. .
Bir yerde sendikal özgürlüklerden, toplu pazarlık hakkından söz edebilmek için mutlaka grev hakkının var olup olmadığına bakmak gerekir. çünkü sendika özgürlüğünü de toplu pazarlık hakkını da belirleyen tek ve en önemli unsur grev hakkıdır. Grev hakkından yoksun bir evrende ne toplu pazarlıktan, ne de sendikal özgürlükten söz edilebilir. Her üçü de birbirini tamamlayan, birbirine vücut veren etkenlerdir, birbirlerinin olmazsa olmazıdır. öyle olduğu için de sermaye cephesi oldukça kurnaz şekilde ve meşruiyet alanının sürekliliğini sağlamak için sendikaları doğrudan yasaklamaz, tersine ona kısıtlanmış, sınırlandırılmış olsa da mutlaka sendikal örgütlenme olanağı tanır, ama grev hakkı kısıtlanmış olarak.
Grev hakkı kısıtlanmış bir sendika, sendika olmaktan çok kanarya sevenler derneği gibi bir örgüt olmaktan kurtulamaz. Aslında burjuvazinin grev hakkı kısıtlanmış sendikal örgütlenmeye sıcak bakmasının arkasında başka gizli, sinsi bir amaç vardır: sendikayı süreç içinde “işlevsizleştirmek”, sendikaya yönelik olumlu tutumları, beklentileri sönümlendirmek. Zira en etkili silahı olan grev hakkından yoksun bir “sendika” zamanla etkisiz, hantal, bürokratik, bir işe yaramayan, güçsüz, etkisiz bir “örgüt” olacaktır. Bu durum sendika üyelerini (mevcut ve olması beklenen) rahatsız edecek, sendikalardan uzaklaştıracaktır.
Nitekim, AKP dün olduğu gibi bugün de grev yasaklamada hiçbir engel tanımazken, bu kararları almada hiçbir gerekçeyi önemsemeyen bir pervasızlıkla hareket etmeyi büyük bir cüretle tercih etmiş bulunmaktadır. Kuşkusuz, bu tutum emek düşmanlığından başka bir şeyden kaynaklanmamaktadır. Nitekim, ilk kez bir Başbakan Türk-İş Kongresinde sendikalı işçileri, üstelik misafiri olduğu yerde, azarlama cüretini, cesaretini de göstermişti. Kuşkusuz, o günkü tutum bugün ve yarın izlenecek olan politikaların da bir göstergesi idi. İlk işaret genellikle cam işçilerinin erteleme adı altında yasaklanan grevleri olmuş, onu metal sektörü grevleri izlemiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi, sorun basit bir “erteleme” adı altındaki yasak değildir. Sorun sendikal özgürlüklere, toplu pazarlık hakkına vurulan bir darbe olduğu gibi, artık grev hakkının da kaldırılması sorunudur.
Grev yasaklarının arkasındaki düşünce yaklaşık yarım yüzyıl önce çok açıkça ortaya konmuştur. Bu, 1963 yıl ve 275 sayılı TİSGLK’nın grev ertelemesi ile ilgili maddeleri ve bu maddelere dair düşüncelerdir. 1963 yılındaki yasa TBMM’de görüşülürken, Hükümete grev ertelemesi yetkisinin verilmesi ciddi tartışmalara yol açmıştır. Yasayı hazırlayanlar, genel sağlık ve milli güvenlik nedeni ile grev ertelemesinin ICFTU’ca da eleştirildiğini belirtiyor, “memleketin güvenliği ve sağlığı terimine verilecek anlamın” önemli olduğuna vurgu yapıldığını, bu kavramların “dar anlamda yorumlanması”nın gerektiğine dikkat çekildiğini açıklıyorlardı. ICFTU, hükümete ilettiği görüşte bu kavramların dar anlamda alınması için garanti sağlanmadığı takdirde bu gibi terimlerin Hükümetçe kötüye kullanılabileceği uyarısında bulunmaktaydı. Dönemin çalışma Bakanı Bülent Ecevit de bu garantinin sağlandığını belirtmektedir. Ecevit’in belirttiği bu garanti ise Danıştay’ın bir hafta içinde karar vermesi şartı konularak sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak, uygulamada bunun pek gerçekleşmediği bilinmektedir. Oysa, o dönemde Danıştay’ın Hükümet’ten de ileri karar alarak, bu kavramları geniş yorumlayacağı belirtilmişti. Ne yazık ki, bir kaç istisna hariç, Danıştay böyle bir yoruma sıcak bakmamıştır.
üstelik, Danıştay’a yol gösterecek TBMM tutanaklarında bu kavramların nasıl yorumlanması gerektiğini belirten açıklamalar bulunmaktaydı. örneğin Balıkesir milletvekili Ahmet Aydın Bolak “Milli güvenlik, benim anlayışıma göre , milli bekayı tehdit eden halin mevcudiyetidir” derken soruna önemli bir açıklama getirmekteydi. Nitekim Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yönetmeliği’ne göre de milli güvenlik “dışarıdan ve içeriden yapılabilecek her çeşit taarruzlara, bozguncu teşebbüslere, tabii afetlere ve büyük yangınlara azimle karşı koyabilmek, Devlet otoritesini muhafaza ve devam ettirmek ve bir savaştan galip çıkabilmek için bütün kudret, gayret ve faaliyetlerin tam olarak kullanılması”dır. Bu durumda cam işçilerinin, metal işçilerinin ve diğer kritik sektörlerdeki işçilerin grevini milli güvenlik/sağlık gerekçesi ile “erteleme” adı altında yasaklamak ne yasaldır, ne de hukuksal. Tam tersine uluslararası sözleşmeler, yasalar ile tanınmış hakların, sendikal hakların ortadan kaldırılmasıdır. Bu nedenle bu kararlar, basit bir grev “ertelemesi” kararı değil, hukuka siyasetin ve iktisadi nüfuzun dahil edilmesi kararıdır; ve, kuşkusuz düpedüz bir sendikal faaliyet yasağıdır; hatta ötesinde sendikacılığın fiili olarak yasaklanmasıdır!. . Bu nedenle, bir bakıma hukukun da sonudur. çünkü yasalarla düzenlenmiş en temel hakları ortadan kaldırmaktadır, onaylanmış olan uluslararası temel sözleşmelerle güvence altına alınmış hakları yok etmektedir.
Kuşkusuz bu durum, yarım yüzyıl önce, 1963 yılında grev ertelemesi ile ilgili düzenlemeye eleştiri getiren Kütahya milletvekili Sadrettin Tosbi’nin kaygılarını doğrulamaktadır. Tosbi büyük bir öngörü ile şöyle diyordu: “Şimdi ben korkarım, burada Hükümet bu tasarrufları kullanırken işçinin karşısına bir taraf olarak çıkmasın. En büyük tehlike buradadır. Bu tehlike o kadar büyüktür ki, Hükümet bu tasarrufu tam yerinde kullanmaz da şu veya bu politik sebeplerle buna tevessül edecek olursa, o vakit işçinin üzerinde; Hükümet, işçinin haklarını vermeye yanaşmayan, ona hasım olan, hasım demeyelim de ona karşı olan ve işveren tarafını tutan bir organdır. Bu zaaftan korkuyorum, en büyük tehlike burada mündemiç. Binaenaleyh, bunu objektif esaslara bağlarsak ilerisi için Hükümete teveccüh edebilecek olan isnatların da önüne geçmiş oluruz”.
Yarım yüzyıl sonra da yaşananlar S. Tosbi’nin kaygı ve korkusunun yersiz olmadığını gösteriyor. Görülen lüzum üzerine işveren tarafını tutan hükümet sadece bir grevi ertelemiyor, en temel hakları olan sendikal örgütlenme özgürlüğü, hakkı ve faaliyetini de ortadan kaldırıyor; kısacası bu tutum sendikacılığa “veda hutbesi”nden başka bir şey değildir.
27. 01. 2017 – SENDİKA. ORG