ERKAN AYDOĞANOĞLU: KURALSIZLIĞIN KURALI (30. 06. 2016)

203

Kapitalist üretim ve toplumsal ilişkiler ağını denetim altında tutarak tüm toplum üzerinde kurulan egemenlik ve otoriteyi ifade eden iktidarlar, güçlerini belli kurallar ve yasalardan alırlar. Ancak toplumsal yaşamda kurallar ya da yasaların olması, bir bütün olarak topluma egemen olmak için tek başına yeterli değildir. önceden belirlenmiş olan kurallara herkesin uyması, söz konusu kuralların doğru olarak kabul edilmesi ve onaylanması gerekir.

Genel olarak toplumda ya da işyerinde, içeriği duruma göre değişiyor olsa da,önceden belirlenmiş kurallara uyma biçimleri benzerlik gösterir. Kurallara uyulmadığı zaman,yine önceden belirlenmiş yaptırımlar ya da cezalar uygulanır. Ancak söz konusu kurallar ya da yasalara onları yapanlar uymamaya başlayınca işin rengi değişiyor. Kuralları koyanlar bu kurallara uymadığı zaman, herhangi bir yaptırımla ya da ceza ile karşı karşıya kalmadıkları görülmesiyle birlikte kuralsızlığın kural olduğu, güçlü olanın zayıf olanı daha çok ezdiği başka bir toplumsal düzen filizlenmeye başlıyor.

Kapitalizmin dünyada ve Türkiye’de uzunca bir süredir kendi koyduğu kuralları, yasaları bile hiçe sayan bir yönelime girdiğine ilişkin sayısız örnek vermek mümkün. Avrupa’da başta Fransa olmak üzere iş yasalarının emekçiler aleyhine değiştirilmeye çalışılması, genç, kadın, mülteci ya da göçmen işçilere yönelik daha esnek ve güvencesiz istihdam biçimlerinin hayata geçirilmesi, emekçilerin zaman (çalışma süreleri) ve mekan (işyeri) ile olan bağları zayıflatılarak kiralık işçilik uygulamasının yaygınlaşması gibi örnekler artmaya başladı.

Tam zamanlı, kadrolu çalışmanın yerini alan taşeronlaştırma ve diğer geçici istihdam uygulamalarının artışıyla birlikte iş cinayetlerinde tarihin en kötü dönemi yaşanıyor. Uluslararası sözleşmelerle, anayasa ve yasalarla “güvence altına alınmış”düzenlemeler ve yasal hakların, piyasanın fiili yasaları karşısında esamisi okunmuyor. Anayasal haklarına güvenerek örgütlenen işçiler patronlar tarafından rahatlıkla işten atılıyor. Adaleti “mülkün temeli” sayan hukuk mekanizması mülk sahiplerinin çıkarları söz konusu olunca tıkır tıkır işlerken, işçi hakları söz konusu olunca birden kaplumbağa hızında hareket etmeye başlıyor.

Günlük ve haftalık çalışma süreleri yasalarla sınırlandırılmış olmasına rağmen, pek çok yerde uzun çalışma süreleri, zorunlu mesai uygulamaları yapılıyor. Türkiye’de pek çok sektörlerde “yasak” olmasına rağmen çocuk işçilerin çalıştırılması, başta tarım olmak üzere pek çok alanda kayıt dışı istihdamın yüzde60’ları bulması kimseyi rahatsız etmiyor. Ülkenin göç alan illeri başta olmak üzere, pek çok ilde Suriyeli sığınmacı işçiler başta olmak üzere, asgari ücretin yarısına, hatta üçte birine köle gibi çalıştırılması neredeyse normal bir durum olarak görülmeye başlandı.

İkinci dünya savaşı sonrasında uluslararası dengelerin de etkisiyle oluşturulan “Refah devleti”ya da sosyal devlet döneminde devletler, sosyalizm tehdidini bertaraf etmek ve kapitalizmin varlığını sürdürmek ve için sermaye sahiplerinin çıkarları aleyhine kararlar alıp, uygulayabiliyorlardı. Bu şekilde kendisini “sınıflar üstü” ya da “tarafsız” göstererek, başta orta sınıf olmak üzere, geniş toplumsal kesimlerin desteğine ihtiyaç duyuyordu. Ancak uzunca bir süre önce değişen güç dengeleri ile birlikte gerçek yüzünü göstermeye başladı. Peş peşe çıkarılan yasalarla, teşvik paketleriyle, hükümeti ve ordusuyla,topuyla, tüfeğiyle, her şeyi ile esas varlık nedeni olan sınıfa hizmet etmek için egemen sınıfın ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa ona göre hareket ediyor.

Geçmişte verilen sınıf mücadeleleri ve ödenen ağır bedeller sonucunda elde edilen kazanımların yasa haline gelmiş olması bugünün koşullarında fazla bir anlam ifade etmediği, sermayenin fiili ve zorbaca saldırılarına karşı, fiili mücadele yöntemlerinin daha fazla kullanılmasının kaçınılmaz olduğu yeni ve zorlu bir dönem bizleri bekliyor.
30. 06. 2016 – EVRENSEL