ASLI AYDIN: BİZDEN ÇALDIKLARINI BİZE SATIYORLAR (18. 12. 2014)

196

Geçtiğimiz sene 11 yıllık iktidar döneminin bir dönüm noktasına geldiğini, kendisinden memnun olmayan-diktasına, zulmüne, sömürüsüne yaşamı pahasına direnmeye hazır milyonları Gezi’de karşısında gören AKP, meydanlarda yükselen “bu daha başlangıç” çığlıklarının oklarından derin bir yara aldı. Gönülden kurulmamış, iktidar ve güç hırsıyla kurulan her ittifakta olduğu gibi, kendi iktidar bloku da aldığı büyük yara sonrası parçalanmaya başladı. Taraflar birbirlerinin üzerine basa basa kaynayan kazandan çıkmaya giriştiler. O güne dek ellerinde tuttukları suç delilerini basına servis etmeye, kendilerini garanti altına almak adına bugüne kadar birlikte üretilen tüm pislikleri ortaya saçmaya başladılar. Kadrolaştıkları kurumları birbirlerine silah olarak kullandılar, yargıyı-hukuku-medyayı-emniyeti kendilerine kalkan ettiler. Gezi’nin daha başlangıç olduğunu söyleyenler ise, 11 yıldır ülkenin rejimin sahipleri tarafından nasıl kirli ve karanlık yöntemlerle yönetildiğini 17 Aralık operasyonlarıyla izlediler. Ama seyirci kalmadılar. Gezi daha başlangıçtı ve artık uzunca sürecek hırsızlığın, talanın, yağmanın hesabını soracak bir Haziran vardı.
17 Aralık oldu ve belki de bitirilecek. Başarıya ulaşmayan medyayı susturma girişimlerinden, ortaya dökülen tüm pis ilişkilerin, hırsızlıkların öylece ortada bırakılacağını görüyoruz. Peki, bırakılacak da öylece kalacak mı? Nitekim 17 Aralık polisiye bir vaka değil, sürüp giden bir hırsızlığın suçüstü misali görünür olduğu bir gündü. Nelere ışık tuttu peki? Aslında belki hemen hemen o güne kadar bildiklerimize.
örneğin; AKP döneminin icraatlarından birisi de kara para aklamanın ülkede meşru hale getirilmesiydi. özellikle 2012 yılında 4 kattan fazla artan “hayali altın ihracatı” ile daha görünür olan “yasadışı yollardan elde edilen paranın yıkanmasına”, “varlık barışı” adı altında uyuşturucudan mı, rüşvet, silah ve terörden mi diye sorulmayarak sisteme kazandırılan ne idüğü belirsiz paralar dahil edildi. Rıza Sarraf gibiler de böylesi bir mekanizmanın ürünüydü.
AKP rejiminde tuzla buz edilen ücretlere ilişkin sürdürülen politikanın da tam bir hırsızlık olduğuna bu köşede geçtiğimiz yıl bu dönemde değinmiştim. İşçilere, emekçilere her defasında kaynak yok denilerek zamlar sefalet düzeyinde tutulmuş, yaratılan büyümeden hiçbir pay verilmemişti. Bu payın kimlere transfer edildiği de yaratılan dolar milyarderlerinin elinde tuttuğu servetten bellidir. Ücretlilerin haklarına sadece “ücretler” alanında mı el konuldu? Elbette hayır, halkın birikimleriyle halka sözde daha yüksek bir refah sunmak adına kurulan kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, kent alanlarının imar rantlarına açılması, doğanın yok edilerek metalaştırılması da bu “el koymanın” bir parçasıydı. İstihdam ve kalkınma yaratsın gerekçesiyle halkın vergileriyle kurulu bulunan işletmeler ihale yolsuzlukları eşliğinde, yok pahasına eşe dosta satıldı. Buraların talanıyla ülke daha dışa bağımlı hale gelirken, özelleştirmelerle emeğin hem haklarına hem de güvencesine el konuldu. Sadece işletmeler değil ülkenin okulları, hastaneleri satıldı. Eğitim, sağlık için herkesten vergi toplandı, sadece parası olana faydalandırıldı. Her yıl devasa para basan yolların, köprülerin işletmesi özel şirketlere verildi her vatandaşa “hava parası” gibi yol-köprü parası ödettirildi.
Dahası akan suyu kestiler, dereleri kuruttular, madenleri, taşocaklarını devrettiler, ormanlar, ağaçlık alanlar, ürün veren topraklar talan edildi. Yani üzerinde yaşadığımız, “o da bizim zenginliğimiz” diyebileceğimiz yerin altıyla-üstünü talanla şantiye haline çevirdiler. Doğa katledilirken, “yeşil” görmek isteyene Ağaoğlu gibi müteahhitlerin bu araziler üzerine diktiği “özel yaşam alanlarını”, 3. Havalimanı gibi projelerle yok ettikleri su havzaları sayesinde temiz su içmek isteyenlere “damacana sularını” sattılar.
Halkın varlıklarına el koyup buradaki haklarını bir de parayla satanlar yine aynı hırsızlığa devam ediyorlar. Bu arada elbette tahmin edebileceğimiz bir kesim, “E ne var herkes yiyor, bu kapitalizmin doğasında” türünü çağrıştıran yazılar kaleme alabilirler. Teslimiyetçiliği, kaderciliği kutsayan bu eğilimler, bugün karşımızda tüm hoyratlığıyla saldırganlaşan rejimin ekmeğine yağ sürmekten başka bir şeye hizmet etmiyor. Lakin birçok direniş deneyimi de bu eğilimlerin artık karşılık bulmadığını gösteriyor. Bu da sevindirici.
18. 12. 2014 – BİRGÜN