OYA BAYDAR: İŞÇİLER: YA ÖLÜN, YA AÇ KALIN! KADINLAR: YA ÖLÜN YA ERKEĞE KUL OLUN! (03. 12. 2014)

312

Uzayda ya da zamanda çok uzaklarda geçen bir kara ütopyadan (distopya) alınmış replikler değil bunlar. Gözümüzün, kulağımızın, yüreğimizin dibinde avaz avaz haykırılan, kulaklarımızı değil vicdanlarımızı kapatarak rahatlamaya çalıştığımız emirler. Büyüyen Türkiye’nin yeni muktedirlerinin zihin dünyalarının ve özlemlerinin yansıması;
mevcut iktidarın vahşi kapitalist kalkınmacılığının,
ikiyüzlü ilkel ahlakçılığının veciz ifadeleri.
Soma’da 301 maden işçisinin ölümünden sonra, Şirket’in kapanan ocakların 2. 831 işçisini telefon mesajıyla işten çıkardığı gün Van’da, İzmir’de, Diyarbakır’da üç kadın ayrı yaşadıkları kocaları tarafından öldürüldü. O gün öldürülen kadın sayısı da, işten çıkarılan ya da iş cinayetlerinde ölen işçi sayısı da belki çok daha fazlaydı. Bunlar sadece medyaya yansıyan olaylardı.
Kapitalizmin vahşisi bile değil, pespayesi
Vahşi kapitalizm, sermayenin emeği kural ve vicdan tanımayan kâr hırsıyla sömürdüğü erken sanayileşme dönemine verilen ad. En az 500 yıl geride kalmış. 21. yüzyıl Türkiye kapitalizmi vahşi falan değil; ahlâksız, pespaye, kapkaççı, rüşvetçi, talan-dolancı. En azından elli- altmış yıllık bir sanayi birikimi, çarpık ve bağımlı da olsa küçümsenmeyecek bir kapitalizm deneyimi üzerine oturan, büyük şirketleri/ sermaye grupları, globalleşen dünyada ilk yüzler içinde sayılan Türkiye’de AKP iktidarıyla birlikte kuralsız, denetimsiz, pespaye bir tefeci-bezirgân ekonomisi egemen olmuş görünüyor.
Konunun uzmanı değilim; ama uzmanların 21. yüzyılda ortaçağa, Arap yarımadasına, siyasal islama takılıp kalmış iktidarların ideolojik yönlendirmelerinin ekonomi üzerindeki etkilerini araştırmaları gerektiğini düşünüyorum. Benden söylemesi: En iyi araştırma laboratuvarı AKP Türkiyesi olurdu.
Pespaye kapitalizmde, iktidarın etekleri altında, siyasetçilere yedirdiği rüşvetle ya da yandaşlıkla-talan ortaklığıyla semiren sermaye; toplumdaki kabarmayı önlemek için, ele güne ayıp olmasın diye çıkarılan göstermelik kural, yasa ve denetimlere karşı binlerce işçiyi işten çıkararak sıkıştırıverir iktidarı.
Bu düzende, işçiye ya ölmek ya da aç kalmak kalır. ölmeyi tercih ettiğinde bile iş bulamaz, Hades’in yolları kapatılmıştır.
Fıtratında kadın aşağılaması olanlar
İmam yellenince cemaatin ne yaptığı mâlum. Cumhurbaşkanı çıkıp da “kadın eşit değildir” derse, kızlı-erkekli meselesini bir ahlâk düsturu olarak vaaz edip kadın sorununda, bırakın çağdaş dünyanın anlayışını, İslamiyetin de gerici yorumlarından hareketle kadınları, kadın cinselliği temelli ahlâksız bir ahlâk anlayışıyla zaptırapt altına almaya çalışırsa; ve de ağzının içine baktığı uleması hâlâ “dişi köpek kuyruğunu sallamazsa” ilkelliği çizgisinde fetvalar verirse, adam da gelir kendisinden ayrılmak isteyen, kulluğu, köleliği, zulmü reddeden kadını öldürür.
İnanın yazmayı gereksiz görüyorum. “Kadın eşit değildir, eşdeğerdir” saçmasını bir yana bırakalım. Kadına sadece “ana” olarak değer veren, ahlâk ve kadın anlayışını ana kadın üzerine kuran zihniyet kadına saldırıların, kadın cinayetlerinin teşvikçisidir, suç ortağıdır.
Kadın sorununda her yerde, her zaman, her siyasal-ideolojik çevrede, öz itibariyle birbirinin benzeri olan eril iktidarların Türkiye versiyonunun (AKP ve benzerleri); geleneksel yapıların, kökleşmiş önyargıların, dinî değerlerin baskısı altında geliştirdiği ve yaygınlaştırdığı kadın siyaseti; sorunlunun ötesinde suçludur. Bu bir zihniyet meselesidir; “Şu yasayı çıkarttık, bu kolaylığı getirdik, kadına şöyle değer veririz, anamızın ayağını şöyle öperiz” lafazanlığıyla maskelenemez, kadın cinayetleri önlenemez.
Erkekle kadını ayırmaya çalışan sapık zihniyet
Bu yazının çerçevesine tam oturmasa da, uysa da uymasa da, Eğitim Şurası’nda karma eğitimin tartışıldığı, Tayyip Erdoğan’ın ve oğlu Bilal’in yönettiği Eğitim Sendikası’nın karma eğitime son verilmesi, kız ve erkek öğrencilerin ayrılması önerisini Şura’ya getirdiği şu günlerde, yazmaktan kendimi alamayacağım. Erkekle kadını birbirinden ayıran haremlik selamlık zihniyeti, İslamiyetin özüne ne kadar uygundur bilemem; ama şunca yıllık yaşamımdan, gerçek hayattan derlediğim deneyim: erkekle kadının ayrıldığı, birbirlerini günlük yaşamda tanımalarının, kamusal alanda yan yana olmalarının engellendiği her yerde kötülüğün, sapkınlığın, psikolojik hastalıkların ve ahlâksızlığın yaygınlaştığıdır.
Siyasette, eğitim alanında, iş hayatında, toplumda kadının eşit haklara sahip olduğu, kadın cinselliğinin sorun olmadığı, kadının bedeninin ve namusunun erkeğe teslim edilmediği ülkelerin neden dünyanın en gelişmiş, en uygar, yaşam standartları en yüksek ülkeleri olduğunu hatırlayalım.
AKP zihniyeti ve aynı kuyudan kaynaklanan benzerlerinin çok eleştirdikleri laik-Kemalist toplum mühendisliğini fersah fersah aşan İslamî dinî değerler üzerine kurulu bir toplum inşaı heveslerinin üzerine oturduğu temel; kadın ve kadın cinselliğidir. Bir sürü boş laf; “fıtratında erkeğe kölelik olduğuna” inandıkları kadının dizginlenmesi, erkeğin malı, kulu ve kuluçka makinesi konumunun pekiştirilmesi içindir. Bunu savunanlar, içinden çıktıkları siyasal- kültürel ortam gereği, neyi savunduklarının bile farkında olmayan, eleştirel akıldan nasipsiz, cinsel takıntılı muktedir erkeklerdir.
İyi de peki ne?
Ne zaman kendimi tutamayıp böyle bir yazı yazsam, “İyi de, peki ne? İçimi boşaltıp hafiflemekten, benim gibi düşünenleri rahatlatmaktan başka neye yarar?” diye sorarım kendi kendime.
Ne önerebiliriz? Ne yapabiliriz? Kapitalizmi yıkacak “devrim”, ya da eril erkek muhafazakârlığını tarihin çöplüğüne gönderecek hamle belli ki yarın gerçekleşmeyecek. Peki böyle vıdı vıdı etmekle, yakınmakla, buz üstüne yazı yazmakla yetinecek miyiz?
Devrim bekleyerek geçen bir kaç kuşağın ömrü boyunca, “Ne yapmalı?” sorusu hep gündemdeydi. Uzun yollar aşıp düşe kalka bugüne geldik. Devrimin uzağındayız ama kapitalizm her devrimci hamlede, her deneyde yara aldı, törpülendi, kendini değiştirmek zorunda kaldı. Yoksa hâlâ 16. yüzyılın vahşi kapitalizmi yürürlükte olurdu. Bugün, dünyayı fethetme atılımına göre daha mütevazı, daha lokal, ama daha gerçekçi, daha güçlü bir cevap bulmalıyız.
Gidişata karşı olan tüm güçlerin, herkesin; belli noktalara ellerindeki tüm imkânlarla, tüm becerileri, bilgileri, olanaklarıyla yüklenmeleri bir çözüm olabilir mi? Mesela Soma’da 3 bine yakın işçi işten mi çıkarılmış. . . hukukçusu, sivil toplumcusu, odaları modaları, cebinde üç beş kuruş olanı, yeni iş alanları açabilecek sermaye, polisliği reddeden dayanışmacı esnaf, namuslu vicdanlı kalemler, yayın organları, vb. işten çıkarılan 3 bin işçiye birlikli ve örgütlü şekilde yardıma koşsa; “ya öl ya aç kal” diyenlerin yakasına yapışsa; Şirket’i, iktidarı, devleti bireysel ve kitlesel eylemlerle zorlasa. . .
Mesela kız öğrencilerle erkek öğrenciler ayrılmak, izole edilmek mi isteniyor, mesela “kızlı-erkekli” zihniyetiyle gençler huzursuz mu ediliyor, mesela birilerinin yaşam tarzlarına mı karışılıyor. . . Kadın haklarından, gençlerden, özgürlüklerden yana kim varsa; taciz edilen, baskı gören, muhafazakârlığın ağına kıstırılmak istenenlerin yardımlarına koşması, kapılarında beklemesi, karma eğitime son verilen okulların boykot edilmesi; eğitimleri aksar, yıl kaybederler diye düşünmeden öğrencileri cinsiyetlerine göre ayıran okullara çocukların gönderilmemesi örgütlenemez mi?
Sivil itaatsizliğe cesaret etmemiz, bir de ortak hedeflere doğru ortak eylemi öğrenmemiz gerekiyor. Durup durup “millî irade” diyenlere kitlelerin “ben de varım, sadece sandıkta değil her yerdeyim” diyebilmesi gerekiyor.

03. 12. 2014 – T24