Devlet aygıtını ve toplumu faşizme dönüştürmeyi hedefleyen iktidar, son adımı seçimler yoluyla atmak istiyor. Ama, çeşitli hayal kırıklıklarına uğruyor. Üçü önemlidir: 2015 Haziran seçimlerinin yenilgiyle sonuçlanması; 2017 Anayasa Oylaması’nın, “atı alıp üsküdar’a geçilince” sonuçlanabilmesi ve 2019 yerel seçimlerindeki yenilgiler…
Engelleri aşmak için iki yöntem izliyor: Birincisi, temsilî demokrasinin ve hukuk devletinin genel-geçer kurallarını fiilen çiğneyerek aşındırmak… Faşizme geçiş tamamlanmadığı için, geçmişten devralınan hukuk ve siyaset sisteminin engelleyici öğeleri tamamen yok edilememiştir; süregelmektedir.
İkincisi “ekonomiyi zorlayarak” yüksekçe bir büyüme temposunu sürdürmek… Bu yöntem, seçmen tabanını en azından korumak için gerekiyor. Ayrıca, sermaye çevrelerindeki destekçilerine kaynak aktarmayı sürdürebilmek için…
“Ekonomiyi zorlama” yönteminin nicel boyutunu, sonuçlarını Sol Portal’da son üç yazımda inceledim.
Nicel veriler bir yana, “ekonomiyi zorlama” ne anlama gelir? Bugün bu soruyu kısaca yanıtlamak, sonra da Türkiye’nin Temmuz-Eylül 2020’deki “büyümede dünya rekoru”na göz atmak istiyorum.
“Ekonomiyi zorlamak” nedir?
Türkiye gibi, dünya ekonomisi ile “kronik” cari işlem açıkları içinde bütünleşen bir ülkeden söz ediyoruz. Ulusal para ve maliye politikaları ile iç talep, büyüme potansiyelini aşan bir tempoda genişlemekte ise, ekonomi zorlanmaktadır.
Yatırımların sürüklediği, ekonominin bağımlı yapısını dönüştürmeyi hedefleyen bir “zorlama” türü, bugün gündemde olmayan bir planlama seçeneğidir; ekonominin büyüme potansiyelini yükseltebilir.
Aksi halde sonuç, yükselen enflasyon ve dış açıktır. Uç noktada dış borç krizi,
hiper-enflasyon gündeme gelir. Ekonomi, durgunlaşır; küçülür; potansiyel büyüme hızına döner.
Ekonominin büyüme potansiyeli (veya “potansiyel büyüme hızı”) nasıl tanımlanır? Aktif emek düzeyinde, sabit sermaye stokunda ve ortalama verimlilikte gerçekleşen artışlarla sürdürülebilecek en yüksek büyüme temposudur.
Nasıl belirlenebilir; öngörülebilir? Geleneksel bir yöntem, ulusal ekonominin tümünü kapsayan neoklasik bir üretim fonksiyonuna dayanır. Buna göre büyüme potansiyeli emek miktarında, sermaye stokunda ve ortalama verim düzeyinde geçmiş veya öngörülen artış tempolarına göre hesaplanır.
Bu yaklaşım, ulusal ekonominin sermaye stokunu hesaplama sorunları nedeniyle kavramsal olarak arızalıdır. Bu konuya burada giremeyiz. Altmış yıl önce sermaye teorisine ilişkin “Cambridge tartışmaları” bu eleştiriyi haklı çıkarmıştır. Ana-akım iktisatçıları tarafından hâlâ kullanılmaktadır.
Orta-dönem millî gelir serilerinden türetilen alternatif
bir yöntem de var. Millî gelir (GSYH) hareketlerinin zirve, tepe tarihleri arasında gerçekleşen (“üssel”) büyüme tempolarından (gerekli bazı “düzeltmeler” sonrasında) türetilir.
“Tepeden tepeye” veya geleneksel
yöntemlerle tahmin edilen potansiyel büyüme hızı, ekonomiler olgunlaştıkça aşağı çekilir. Sanayileşme öncesindeki emek rezervlerinin tükenmesi; sermaye birikiminin yavaşlaması ve ortalama verimliliği yukarı çeken dinamizmin tükenmesi nedeniyle… Yanıltıcı bir yakıştırma olan “orta gelir tuzağı”, aslında bu durumdur.
Türkiye’nin büyüme potansiyeli düşmektedir
Sözünü ettiğim “tepeden tepeye” yöntemi ile, Türkiye ekonomisinin potansiyel büyüme hızını, 1997-2011 yıları için
%4,2 olarak tahmin ediyorum. (2016 revizyonu öncesindeki GSYH verilerini kullandım. ) Dönem, IMF programlarının ekonomiyi yönettiği beş durgunluk yılına (1998-2002’ye) ve yabancı sermaye girişlerinin ekonomiyi sürüklediği dokuz yıla (2003-2011’e) ayrılabilir.
Araya üç küçülme /
kriz yılı da (1999, 2001, 2009) girer.
AKP iktidarının ilk dokuz yılında, yüksek tempolu dış kaynak akımlarının ve 1998-2002 durgunluğunun (“baz etkisinin”) katkısıyla ekonomi ortalama %4,7’lik bir tempoyla büyüdü; potansiyel büyüme hızı aşıldı. GSYH’nin ortalama yüzde 5’ine ulaşan cari işlem açıkları, yapısal bir dönüşüme de yol açtı: özel ve kamusal tüketim oranları yükseldi; sermaye birikim oranı (benzer çok sayıda ülkeye göre) düşük kaldı.
Bu dönüşüm, potansiyel büyüme hızını aşağı çekti. En başta durağan sermaye birikimi nedeniyle… Yurt-içi tasarruf oranlarının düşmesiyle birleşince sonuç, artan dış açık ve enflasyon oldu. Ekonominin “zorlanması” 2017’de hızlandı. Sonraki üç yılda (sabit TL ile) kişi başına GSYH yüzde 5 düşecektir.
Orta-dönemli büyüme potansiyeli ne kadar geriledi? 2011 ile başlayan zaman aralığı dardır; tahmin güçtür. IMF 2025’e kadar yüzde 3,5’lik bir büyüme temposu tahmin ediyor. Bu, gerçekçi bir büyüme potansiyeli öngörüsüdür ve Türkiye için artan işsizlik anlamına gelir.
Türkiye, Temmuz-Eylül 2020’de “dünya büyüme rekoru”nu bu ortamda kırdı.
Temmuz-Eylül 2020’de millî gelir
Temmuz-Eylül 2020’de GSYH’nin bir önceki yıla göre %7,6 oranında
büyüdüğünü
belirleyen TÜİK verilerinin analizini usta bir iktisatçıya, Zafer Yükseler’e devredeceğim.
Yükseler’in “2020 Temmuz-Eylül Dönemi Büyümesi ve Etkileyen Unsurlar”, başlıklı
1 Aralık 2020 tarihli, iki sayfalık yazısına
(bk.
zaferyukseler. academia. edu) başvuruyorum.
üç aylık büyüme, büyük ölçüde, salgın kısıntılarının son bulduğu “normalleşme” sürecinin sonucudur. Üretime göre GSYH’yı sanayi, inşaat, tarım sürüklemiştir. Harcamalara göre millî gelirdeki artış ise, iç talepten kaynaklanmıştır. öne çıkan
iki kalem, %22,5 artış gösteren gayrisafi
sabit sermaye birikimi ve %9,2’lik büyüme gerçekleştiren özel tüketimdir.
Zafer Yükseler, bu iki kalemde talep artışlarının kaynaklarını araştırıyor. Tespitleri ilginçtir.
Yatırım hareketlerinin dökümüne göz atalım: İnşaat yatırımlarında %14,7; makine-teçhizatta %23,5, “diğer aktifler”de ise %57,6 oranında artışlar…
Yükseler,
diğer aktifler
kalemini sorguluyor. Bu “yatırım” türünün, ekonominin üretim kapasitesini genişleten sabit sermaye stokunu içermediğini belirliyor. TÜİK’in bu kaleme ilişkin ek bilgi vermesini öneriyor. Üstelik, “diğer aktifler”in sabit sermaye hareketlerindeki
payı ihmal edilemez: Cari fiyatlı sermaye birikimi tablolarına göre Temmuz-Eylül 2019-2020 arasında %10,8’den, %14,2’ye yükselmiştir.
Bu “esrarengiz” kalemdeki artışın izlerini Yükseler,
“parasal olmayan altın ve değerliler” içinde buluyor. Aynı dönemde, “parasal olmayan altın net ithalatında yüzde 459,5 oranında artış olduğu ve altın ithalatındaki bu artışın diğer aktiflerdeki yüksek oranlı artışı”
belirlediği sonucuna
ulaşıyor.
Temmuz-Eylül döneminde finans piyasalarındaki huzursuzluk, Türkiye’nin varlıklı katmalarını döviz mevduat hesaplarına yöneltmiştir. Bu hesapların geleceğine ilişkin tedirginliklerin aynı çevreleri altın biriktirmeye yönlendirdiği anlaşılıyor. Bu tasarruf tepkisi, “diğer aktifler” kalemi içinde sabit sermaye birikimi olarak GSYH toplamında kayda geçmiş; büyüme temposunu da böylece yukarı çekmiştir[