Son 16 yılda özel sektörün dış borcu Türkiye’nin toplam borcunun yüzde 70’ini geride bıraktı. En ağır fatura ise yine halka kesilecek
Ekonomi gündeminde en fazla konuşulan konulardan biri kuşkusuz dış borçlar. Döviz cinsinden korkutucu boyutlara ulaşmış bu borçlar, dolar ve avrodaki hızlı yükselişlerle bir patlamaya dönüşür mü yahut bir şekilde finanse edilir mi şu aralar soru işareti. Bu soruya verilen tüm yanıtların ise gün geçtikçe patlama noktasına doğru sürüklendiğimiz konusunda ortaklaştığını görmek gerekiyor.
Türkiye ekonomisi dış dünyaya karşı net borçlu konumunu sürdürürken, borçların finansmanı konusu, döviz kurundaki hızlı artışla birlikte en kritik meselelerden biri olmayı sürdürüyor. Borçlara ilişkin bir başka önemli mesele ise borçların yapısı, kime ait olduğu ve bu borçların nerelerde kullanıldığına ilişkin.
Borçlar hızla artıyor
öncelikle borcun 2002 yılından bu yanaki gidişatına bakalım. Türkiye’nin net dış borç stokunun milli gelire oranı 2002 yılında yüzde 37’lerden 2012’lerde yüzde 24’lere dek iniyor. Sonrasında ise hızlıca 30’lu seviyelerine doğru yeniden ilerliyor. 2018 yılının birinci çeyreğinde net dış borcun milli gelire oranının yüzde 34’lerde olduğunu görüyoruz.
Dışarıdan yani döviz cinsinden borçlanma nasıl bu kadar cazip hale geldi, bu artışın perde arkasındaki temel faktör neydi diye sorduğumuzda ise küresel konjonktürün sunduğu olanaklardan bahsedebiliriz. 2008 küresel krizi sonrasında ABD ve AB tarafından başı çekilen genişletici para politikaları sonucunda ortaya çıkan likitide bolluğu ve neden olduğu ucuz döviz imkânları, bu borç balonunu şişiren önemli bir etmen. Fakat buradaki ana etmen bu rüzgarların denetimsizce ülkeye girmesine izin veren iç politikalar.
Diğer bir taraftan toplam dış borç içindeki özel-kamu ayrımına baktığımızda, borcun el değiştirdiği ilk bakışta göze çarpıyor. 2002 yılından 2018’e geldiğimizde kamu-ağırlıklı dış borçlanma, özel sektöre geçiyor ve özel sektörün payı 2018’de yüzde 70 gibi yüksek bir rakamla telaffuz ediliyor. Döviz kuru yükseliyor, yükseldikçe dış borçlarda ödenme riski de artıyor. Bu riski gören şirketler ise, dövizin daha da yükseleceğini öngördükleri için piyasadan döviz toplama yarışına giriyorlar. Bu da dövizi TL karşısında daha da artırıyor.
Dış borcun özel sektörün elinde toplanmasının önemli sonuçlarından biri de, toplumsal maliyetlerinin daha hızlı gerçekleşiyor olması. Döviz borcu bulunan şirketler, döviz kurundaki artışa bağlı üretimlerini ve sonra da işçi maliyetlerini kısma yoluna girerler. İşçi maliyetlerinin kısılmasının sonu ise işçi çıkarmaya kadar gider.
Borç hangi
alanlarda kullanıldı?
Artan kur riskiyle birlikte dış borcun maliyetini tüm ülke yurttaşları olarak ödeyeceğimiz, maliyetin en ağır faturasının ise çalışan-ücretli kesime kesileceğini daha önceki yazılarımda da sıklıkla vurgulamıştım. Peki bu maliyeti ne için- kim için ödüyoruz?
Uzun vadeli dış borçlarda özel sektörün dağılımı incelendiğinde 2010-2018 yılları arası dönemde dış borç kullanımında imalat sektörünün payı azalırken, hizmetler sektörünün payının arttığı izleniyor. İmalat sektöründeki yüzde 30’lardan yüzde 24’lere gerileyen paya karşılık hizmetlerde yüzde 53’lerden yüzde 59’lara artan bir pay göze çarpmakta. Hizmetler sektöründe başı çeken sektör ise inşaat – gayrimenkul faaliyetleri. Bu iki sektör cari olarak yaklaşık 20 milyar dolara yaklaşan bir borcu üstleniyor ki, bu rakam imalat sanayinin toplam dış borcuna oldukça yakın (aralarındaki fark yaklaşık 5 milyar dolar). Dolayısıyla 2010-2018 yılları arasında artan dış borcun büyük bir kısmının inşaat-gayrimenkul şirketlerine ait olduğunu düşünürsek, en azından bu dönemde edinilen borcun büyük bir kısmının inşaata yani betona gittiği ortadadır.
Fırtına çok yakın
Ekonominin bugününden baktığımızda bir fırtınanın çok yakın olduğundan şüphe yok. İster adına kriz diyelim, ister IMF veya benzeri çözümler diyelim. Yukarıdaki bu tablonun ağır bir toplumsal faturası olduğu çok açık. Şimdiden fiyatlara yansımakta, önümüze kemer sıkma çözümlerini dayatmakta. Tüm bu darboğazı yaşarken, çekilen tüm sıkıntılarda betona dayalı rant anlayışının payını atlamamak gerekiyor. Ne için ve kim için bu sıkıntıya katlanıyoruz sorusunu hep akılda tutmak, ülkemizin en azından belli periyotlarda kriz sarmalına girmesine karşı politika üretiminde yol açıcı nitelikte olacaktır.
9 AĞUSTOS 2018 – BİRGÜN