KORKUT BORATAV: DÜNYA SINIF HARİTALARI (05. 01. 2018)

250

2017’nin çeşitli bilançoları çıkarılıyor; ekonomik, siyasî boyutlarıyla dünyaya ve Türkiye’ye odaklanılıyor. Ben de
dünyada sınıf mücadelelerine

göz atmak istiyorum.
Bu ifadeyi Immanuel Wallerstein’den ödünç aldım. Bu düşünür,
kapitalist sisteme son verecek bir bunalım teşhisinden hareket ediyor ve insanlığın geleceğinin dünya solu ile dünya sağı arasındaki sınıf mücadelesi sonunda belirleneceğini
ileri sürüyor.
Wallerstein’in
kapitalizmin bunalımı
teşhisinin dayanaklarını tartışabiliriz; dünya solu/dünya sağı ayrımının içeriğine katılmayabiliriz. Bunlar bir yana, ben, içinde yaşadığımız
dünya sisteminin sınıfsal bir haritasının çizilebileceğini; bu haritadaki değişimlerin izlenebileceğini; dahası, karşıt konumlarda yer alan sınıflar arasında bir mücadelenin seyretmekte olduğunu düşünüyorum.
Mücadelenin tarafları arasında önemli bir ayrım var: Bu karşıtlığın egemen, güçlü tarafları,
dünya çapında bir sınıf mücadelesinin varlığının farkındadır. Bağımlı, zayıf konumdaki toplumsal gruplar ise, sınıf mücadelesini yaşadıkları ortamla, en iyi olasılıkla ülkeleri ile sınırlı görürler.
Algılamadaki bu farklılık, mücadelenin seyrini de etkilemektedir ve güçlü, egemen tarafa üstünlük sağlamaktadır.
Kapitalizmin Meşruiyet Krizi
Wallerstein’den biraz farklı olarak kapitalist sistemin ekonomik kökenleri olan bir
meşruiyet bunalımından
geçtiğini düşünüyorum. Bu bunalımın arka planında, 1980 sonrasında sermayenin sınırsız tahakkümünü tüm dünyaya yerleştirmeyi hedefleyen kapsamlı saldırının yenilgiyle sonuçlanması yatıyor.

Saldırı, neoliberalizm diye adlandırıldı. Reel sosyalizmin çöküşüyle rakipsizliği (“tarihin sonu”) belgelendi. Nihaî (sanılan) zaferi, küreselleşme söylemi ile taçlandırıldı.
Ne var ki, eleştirel düşünce yok edilemedi. “Aykırı” Marksistler, üniversitelerden uzak tutuldu; ama, çağdaş kapitalizme, emperyalizme dönük eleştirilerini kesintisiz sürdürdü. “Yeni sol” ve geleneksel sosyalist akımlar, neoliberalizm ve küreselleşme karşıtı platformlarda, örneğin Dünya Sosyal Forumu’nda birleşti. çeşitli vesilelerle ve ısrarla küreselleşme söyleminin sahteliğini, iddiaların geçersizliğini, teorik kofluğunu teşhir etti.
Neoliberal saldırının yirminci yılı tamamlanırken, düşünce dünyasındaki muhalefete çeşitli coğrafyalarda kitleler katılmaya başladı. Sol siyaset canlandı, iktidara ulaştığı ülke sayıları (özellikle Latin Amerika’da) arttı.
Kapitalizm tarihinin ağır bir bunalımı 2007’de patlak verdi. Kısa zamanda algılandı ki krizin ekonomik kökeninde küreselleşme adına izlenen politikalar ve bunların uzantıları vardır. Dahası, kriz yönetimi “suçlulara”, yani bunalımı yaratan çevrelere devredildi. Sonunda küreselleşme söylemini savunmak imkânsız hale geldi. öyle ki, söylemin baş pazarlayıcılarından IMF, küreselleşme sözcüğünü dahi raporlarından eledi, ayıkladı.
Sonuç, ciddi bir meşruiyet bunalımıdır. Kapitalizm tarihi boyunca sert, ağır ekonomik krizlerden geçmiştir, ama bu derecede vahim bir meşruiyet bunalımı ile ilk kez karşılaşmıştır.
Sınıf Haritaları Yeniden çizilirken
Neoliberalizme muhalefetin kitleselleşmesi, siyasete taşınması bu dönemdeki bölüşüm bilançosunun yaşanması, algılanmasıyla ilgilidir. Halk sınıflarının olumsuz algılamaları, uluslararası gelir ve servet dağılımı istatistiklerince doğrulanıyordu. Brankovic ve Piketty gibi araştırıcılar bu verileri sistematik olarak çözümlediler. Bunların sonuçlarını daha önce aktardım; tartıştım. Kısaca hatırlatayım.
1980’i izleyen otuz küsur yıllık bir zaman diliminin ülkelere ait bölüşüm bulguları, diğer ülkelerin gelir, servet dağılımı ve millî gelir verileriyle birleştirildi. Böylece ülke ekonomilerinde karşıt konumlarda yer alan toplumsal sınıflar (ulusal kimlik özellikleri korunarak), tüm dünyayı kapsayan gelir ve servet dağılımı tablolarına yerleştirildi.

Bu bilgilerin sunumu, salt istatistikî (ve yapay) bir kurgu olarak algılanmamalı; zira,
küreselleşmenin, daha doğrusu
emperyalizmin
yol açtığı dış ticaret, sermaye hareketleri, savaşlar ve göçler, bu sınıfları kapitalist dünya sistemi içinde gerçekten de birleştiriyor.
Sözünü ettiğim tablolar da, bu birleşmenin bir görüntüsü oluyor.
Dev ABD sermayesi, sanayi üretimini “Güney’e” (çin’e, Meksika’ya) taşıyınca çin ve Meksika ücretleri Amerika’daki işgücü piyasalarıyla birleşiyor; istihdamı ve ücretleri aşağı çekiyor. Emperyalist saldırılar ve neoliberal politikalar sonunda sefilleşen milyonlarca emekçi Ortadoğu’dan, Afrika’dan Avrupa’ya akıyor; Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de işgücü piyasalarına giriyor; bölüşüm göstergelerini değiştiriyor.

Böylece sınıf haritaları uluslararası düzleme taşınmış oluyor; yeniden çiziliyor.
Neoliberal Dönemde Kaybedenler, Kazananlar
Brankovic’in tabloları, Piketty’nin bulgularıyla ve diğer verilerle birleştiğinde neoliberal dönemde
kaybedenlerin ve kazançlı çıkanların
bir dökümü
ortaya çıkıyor.

Otuz küsur yıl boyunca büyümüş olan bir dünya ekonomisinde
gelir payları aşınmış
veya
gelir düzeyleri düşmüş
toplumsal grupların sınıfsal ve ülke aidiyetleri belirleniyor. Buna göre
göreli
veya
mutlak anlamda kaybedenlerin
iki büyük toplumsal gruptan oluştuğu anlaşılıyor: Birinci grup, “azgelişmişlerin yoksulları”dır. Neoliberalizmin ve emperyalizmin Afrika’da, Güney Amerika’da, Ortadoğu’da yarattığı şokların halk sınıfları saflarındaki kurbanlarıdır.

İkinci kaybedenler grubu ise, Batı işgücü piyasalarına çevre ekonomilerinden gelen baskılardan etkilenen “Batılı kurbanlar”dır. Bir yandan ticaret ve sermaye hareketleriyle bütünleşmiş olan bir
dünya emek havuzu, bir yandan da emperyalizm ve neoliberalizmin tetiklediği
göç dalgaları, zengin Batı dünyasının,
geleneksel, mavi yakalı işçi sınıflarını
artan işsizliğe, eriyen ücretlere, reel gelir kayıplarına mahkûm etti.
Peki kazançlı çıkanlar? üç grup söz konusudur. Birisi iyi biliniyor:
Batı toplumlarının en üst yüzde 1’lik diliminde yer alan insanlardan
oluşuyor. Finans kapitalin çılgın coşku dönemi içinde parazit özellikleri ağır basan bir sermaye katmanından söz ediyorum. Bu grubun dünya gelirleri içindeki payı hızla tırmanmıştır. Aynı grup, 2007 sonrasının kriz ortamı içinde de (az sayıda istisna hariç) önce gözetilmiş; devlet bütçelerinin aktarımlarından nemalanmıştır. Merkez bankalarının likidite pompalamasının yaşandığı sonraki sekiz yılda ise, Batı burjuvazisinin finans kapitalden beslenen öğeleri, ölçüsüz servet artışlarından yararlanmıştır.
İkinci “kazançlı” grup, bu dönemde “dünyanın fabrikaları”na dönüşen, ihracat sayesinde hızlı büyüyen “Güney” ekonomilerinin işçi sınıflarıdır. Gözlemler daha çok Asya’ya odaklanmıştır. çin, tipik örnektir. Mao döneminin köylülere sağladığı sosyal güvencelerini yitirerek kentlere yığılan “göçmen işçiler”, önceki gelirlerini fazlasıyla aşan ücret düzeylerine kavuştu. “Yükselen Güney” örneklerinin tümünde ülke-içi bölüşüm bozulurken, gelir düzeyleri hızla artan insanlar (çin’in göçmen işçileri), dünya gelir dağılımı tablolarının üst dilimlerine çıkabildi.
Bir başka “kazançlı” kalabalıktan da söz edebiliyoruz: Azgelişmişlerin en yoksulları (yani kaybedenler) içinde ABD’ye, Batı Avrupa’ya göçen bir azınlık da var. Bu insanlar içinden, çeşitli, sancılı badireler sonunda çalışmayı, yerleşmeyi başaranlar, yeni ülkelerinde geçmiş gelirlerini fazlasıyla aşan ücret düzeylerine ulaşabildiler. Bu ilerlemeyi de Batılı geleneksel işçi sınıfının ücretlerini eriterek gerçekleştirdiler.

Değişen Bölüşüm Tablolarından Sınıf Mücadelelerine
Bu bölüşüm bilançosu, sermayenin karşı saldırısının yaşandığı son otuz küsur yılın nesnel (“kendiliğinden”) sınıf konumlarını ve onlardaki değişimleri veriyor. Wallerstein’den esinlenelim ve sorgulayalım: Bu karşıtlıklar, kapitalizmin kaderini belirleyecek bir sınıf mücadelesine ve muhalifler (“Dünya Solu”) ile kurulu düzeni savunanlar (“Dünya Sağı”) arasında bir sınıf mücadelesine dönüşmüş müdür? İki cephenin bileşenleri kimlerden oluşuyor? Mücadele nasıl seyretmektedir?
Hayalî bir senaryodan değil, süregelen çatışmalardan, çalkantılardan söz ediyorum. 1980 sonrasında Türkiye de bu mücadelenin içinde yer aldı.
“Kendiliğinden” sınıflar ile “kendisi için” sınıf bilinçleri, özellikle “mazlumlar”ın saflarında daima çakışmaz. Yukarıda “neoliberalizmden kazançlı çıkmış halk sınıflarına” değindim: Hızla büyüyen Asya’nın (çin’in) işçileri ve Batı’ya yerleşmiş, çalışmakta olan Güneyli göçmenler… Bunların dünya sınıf mücadelesi içindeki öznel konumları şimdilik belirsizdir.
19’uncu yüzyılda Batı emperyalizminin nimetlerinden pay alan “işçi sınıfı aristokrasisi” suçlamasının bir benzerini bugün tersine çevirerek bu emekçi sınıflara yönetebilir miyiz? “Beyaz” emekçilerin ırkçı tepkileri, neo-faşizme savrulmaları bu tür suçlamalarla bağlantılı değil midir?
Bu soruları ileride tekrar gündeme getirmek, 2017’nin bilançosuna bu açıdan bakmak istiyorum.
5 OCAK 2018 – SOL