NİLGÜN TUNÇCAN ONGAN: MÜJDECİ DEMOKRASİ (02. 04. 2016)

188

Kazanılmış hakları geri alan düzenlemelerin gündemde olduğu zamanlarda, belli toplumsal kesimlere “müjde” vermek bir iktidar geleneği. İşlevi ise muhtelif. Kimi zaman doğrudan hak kaybını gizlemek için kullanılırken, kimi zamansa buna yönelik tepkileri baskılayabilmek için farklı konularda yapılan iyileştirmeler biçiminde gündeme geliyor.
Kapsamı ve gerekçesi “bahşedilen” toplumsal kesime göre değişse de, mevcut eşitsizlik koşullarını pekiştirip, derinleştirmeye yönelik sonuçlar bu “müjdelerin” işleyiş prensibi.
Geçtiğimiz günlerde taşeron işçilere yine-yeni-yeniden verilen “kadro müjdesi”, iktidarın bu konudaki tutarlılığını(!) bir kez daha teyit etti.
“Kamuda taşeron çalışan bir tek işçi kalmayacak” vaadinin ardından, yapılacak olan düzenlemenin işçilerin önemli bir bölümünü kategorik olarak kapsam dışında bıraktığı ortaya çıktı. Kapsam dahilindekiler ise yaş, çalışma süresi ve koşulları bakımından sınırlandırılacak. Bu sınırlandırmaların tümünü aşabilenler için sınav ve güvenlik soruşturması söz konusu. Bunlardan da geçebilmeleri halinde ise geçmişte birikmiş tüm hak ve davalarından vazgeçmeleri koşuluyla “müjde”nin muhatabı haline gelebiliyorlar.

Bununla beraber muhatap haline gelebilenler için de kadro değil sözleşme söz konusu.
Bir diğer ifadeyle iktidar, güvencesiz çalışan işçilere mevcut güvencesiz pozisyonlarını sürdürebilmeleri için kazandıkları bir dizi haktan vazgeçmeyi dayatıyor ve bunun adına da “özel pozisyon” diyor.
Bu durumun son derece özel(!) olduğu konusunda şüphe yok. İbret verici olan ise bunu toplumsal hafızaya “müjde” diye kaydetme çabası.

öte yandan iktidar sözcüleri tarafından dillendirilen kimi “güvencenin” de, işlevi ama özellikle de sonuçları bakımından, “müjde”lerle aynı mahiyette olduğunun altını çizmek gerekiyor.
örneğin Başbakan Davutoğlu’nun akademik özgürlükler konusunda “İhlal edilmesi halinde hükümetimizi sorumlu sayarım” açıklamalarıylaRTF bookmark start: _GoBackRTF bookmark end: _GoBack verdiği güvence sonrası, akademisyenlerin tutuklanmaya başlaması gibi!
Ya da temel felsefesi “üniversite özerkliği ve akademik gereklilik” biçiminde duyurulan YöK disiplin yasa tasarısının, YöK başkanına doğrudan soruşturma açma yetkisi vermesi gibi!
Veya akademik gerekliliğin kaçınılmaz bir sonucu olarak(!) bilim insanlarının;

* Rüşvet, yolsuzluk* Araştırma verilerini tahrif etmek* İntihal* Mevzuata aykırı biyomedikal araştırmalar yapmak suretiyle insanlara zarar vermek gibi faaliyetlerde bulunmasını, resmi politikaları eleştirmekten daha HAFİF bir suç olarak düzenlemek gibi!
örnekleri çeşitlendirmek de, buna maruz kalan toplumsal kesimleri farklılaştırmak da mümkün. Ama sonuç değişmiyor.
Akademisyenler açısından ’12 Eylül koşullarıyla yarışan bir YöK yasası’ biçiminde tezahür eden “güvenceler”, gazeteciler için ise AYM’nin hak ihlaline hükmettiği davaların gizli celseye çevrilmesi biçiminde işliyor.

Adliye koridorlarında maruz kaldığı polis şiddeti sonucu bel kemiği kırılan avukatlar ise hukukun üstünlüğünün “teminatlarından” sadece bir tanesi!

02. 04. 2016 – EVRENSEL