NİLGÜN TUNÇCAN ONGAN: ANAYASA İRONİSİ (12. 03. 2016)

215

çatışma ve kutuplaştırma politikalarının kararlılıkla sürdürüldüğü bir ortamda, iktidar gündeminin yeni anayasaya kilitlenmiş olması son derece ironik. Bununla beraber yeni anayasa gerekçesini “…İnsan hak ve hürriyetlerine saygılı, öznesi insan olan ve insana hizmet için teşkilatlandırılan bir hukuk devleti yapılandırmak” biçiminde tanımlamak ise, mevcut koşullar göz önünde tutulduğunda, ironinin dibi!
Anayasa hukukçuları, bir anayasanın demokratik niteliği bakımından içeriği kadar yapılma biçiminin de önemine dikkat çekiyor. Bu bağlamda bir arada yaşama koşullarının en üst hukuksal normu sayılan anayasaların geniş bir mutabakat zemininde hazırlanması, anayasaların meşruiyeti bakımından oldukça kritik.

Nitekim TBMM Araştırma Merkezi tarafından hazırlanan Anayasa Değişiklik Yöntemleri kitabında da, anayasa değişikliğinin yalnız parlamento kararıyla gerçekleştiği durumlarda basit çoğunluk yerine nitelikli çoğunluk aranmasındaki amacın “Nihai kararın geniş bir uzlaşma ürünü olmasını sağlamak” olduğu belirtiliyor. Bununla beraber seçim sistemindeki kusurlardan kaynaklanacak bir aşırı temsil halinin ise “nitelikli çoğunluğu” tartışmalı hale getireceği vurgulanıyor.
Anayasa değişikliğinin toplumsal mutabakat çerçevesinde geçekleşmesi üzerinde görüş birliği sağlanan bir yaklaşım olmakla beraber bu mutabakatın kapsamı, koşulları ve öznesi bakımından egemen sınıf politikaları ve bunların belirlediği siyasal ortamdan bağımsız tanımlanamayacağının da altını çizmek gerekiyor.
örneğin otomotiv ihracatçılarının rekor kırdığı bir evrede, ek zam isteyen Renault işçilerinin işten atıldığı ya da temsilcilerini seçmelerinin çalışma Bakanının “ricasıyla” engellendiği bir ortamda söz konusu toplumsal mutabakattan işçi sınıfının payına ne düşeceğini dikkatlice değerlendirmek gerekiyor.

Bir yanda “İşlerin kolayca yürümesi için” mevzuatın askıya alınması gerektiği resmi olarak salık verilirken diğer yanda meşru fiili mücadeleleri “yasa dışı” olduğu gerekçesiyle engellenen, direnişleri gözaltı ve tutuklama talebiyle bastırılan işçilerle hangi eksende uzlaşılacak?
Patron çıkarlarının “milli” çıkarların bütününe teşmil edilerek grevlerin yasaklandığı, rekabet gücünün yine “milli” çıkar denilerek işçinin can güvenliğinin önünde tutulduğu ya da kiralık işçilik uygulamalarının patronun “kriz mağduriyeti” ile sınırlandırılmaksızın iş hacminin genişlediği zamanlar için de yasal güvence altına alındığı bir siyasal ortamda o toplumsal uzlaşmanın merkezinde hangi toplumsal sınıfın çıkarları olacak?
Sınıfsal çelişki ve toplumsal karşıtlığın nesnel koşullarının muhafaza edilip derinleştirildiği bir ortamda sağlanan uzlaşma ne ölçüde toplumsal olabilir?
Bu örnekleri de, soruları da çoğaltmak mümkün. Sağlanacak bir uzlaşmanın ne kadar gerçek olacağı ya da ne kadar biçimsel kalacağı konusunda, meselenin esasen sınıfsal niteliğinin belirleyici olacağı da ortada. Egemen politikalar çerçevesinde gerçekleşecek bir “uzlaşmanın” tek işlevinin; bu politikalara “meşruiyet” sağlamak ve bu politikalar sanki toplumun tüm kesimlerinden destek görüyormuş algısı yaratmak olduğu da sır değil.
Bununla beraber mevcut siyasal iklim düşünüldüğünde ise herhangi bir mutabakat arayışının biçimsel koşullarının bile olmadığı çok açık.
İktidar sözcüleri her fırsatta yeni anayasanın başlıca amacının Türkiye’yi darbe hukukundan kurtarmak olduğunu söylüyorlar. Bunu söyledikleri an itibarıyla ise memleketin önemli bir bölümü güvenlik bölgesi ilan edilmiş durumda. Bir yandan sokağa çıkma yasakları sürerken bir yandan sokakların polise zimmetlendiği açıklandı. Gazeteciler yaptığı haber dolayısıyla tutuklanıp, akademisyenler attıkları imza dolayısıyla işten atılıyor. Milletvekillerinin ise dokunulmazlıklarının kalkması gündemde.
Bu koşullarda dayatılan bir anayasa gündemi biçimsel bile olsa bir “uzlaşmadan” ziyade bir ironi değil mi?
12. 03. 2016 – EVRENSEL