YILMAZ MURAT BİLİCAN: ‘RÜZGARIN HATIRALARI’ BİZİM HAYATIMIZ’ (22. 12. 2015)

193

‘Rüzgarın Hatıraları’ özcan Alper’in geçen hafta gösterime giren son filmi.
Dün akşam izledim ve sinema salonundan çıkarken sanki içimden bir şeyler kopartılmış gibi hissettim. ‘Sonbahar’ adlı ilk filminden de çok etkilendiğim özcan Alper, bu sefer daha da gerilere giderek büyüleyici görüntüler eşliğinde, tarihimizin en dokunaklı hikayelerine girme cesareti göstermiş. Kimilerince riskli ve ‘dokunulmaz’ kabul edilen bu hikayeler, sinemanın kendine has diliyle dokunaklı birer ağıta dönüşmüşler.
Sinemadan çıkarken, yaşadığımız bu günlerde, filmin anlattığı hikayenin, ‘Rüzgarın Hatıraları’nın aslında bizim hayatımız olduğunu ve olmaya devam ettiğini düşündüm. Hrant’ı düşündüm, Tahir Elçi’yi düşündüm, abluka altına alınmış şehir ve kasabalarda kurşunlara hedef olan Kürt çocuklarını düşündüm.
üzerinde oturduğumuz kasabaları, şehirleri, evleri, onların üzerine kurduğumuz toplumsal yaşamımızı düşündüm. Aslında bir türlü oturamamamızı düşündüm.
Neden, neden, neden?
Lanetlenmiş bir millet miyiz biz?
Neden çevremizdeki herkes kötü?
Neden hep iç ve dış düşmanlarımız var?
Neden bizi kimse sevmiyor?
Neden hep savaşıyoruz?
Neden devletimiz kendi çocuklarını öldürüyor?
Neyin korkusunu yaşıyoruz?
Neredeyse hastalıklı bir şekilde inkar ettiklerimiz mi bu korkunun nedeni?
İki yakamızın bir türlü bir araya gelmemesi, gasp edip üzerine oturduklarımız yüzünden mi?
Neden geçmişimizle bir türlü yüzleşemediğimizi düşündüm.
‘Rüzgarın Hatıraları’nı düşündüm.
Adı Aram. İstanbul’da yaşayan Ermeni bir vatandaş.
Yıl 1943.
2. Dünya Savaşı yılları.
Milli Şef hükümeti bir kanun çıkarmış.
Varlık Vergisi Kanunu.
Başbakan Şükrü Saraçoğlu ‘Bu kanun. . . bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz’ (1)diyor.
Aram bir Ermeni vatandaş.
Sosyalist bir entelektüel. İstanbul’da Türkçe ve Ermenice dergi çıkarıyor. Hükümetin Nazilerle işbirliği yaptığını yazıyor.
Eli sopalı ‘vatansever’ler, kravatlı ve resmi ‘vatansever’lerin hedef gösterip, adres verip yönlendirmesiyle basıyorlar matbaayı. Kırıp döküyorlar ortalığı. Alışıklar kendilerinden olmayanı linç etmeye, hızla kalabalık haline gelebiliyorlar, ellerinde sopa, bayrak, silah oluyor genellikle, ağızlarından sözden çok bir uluma yayılıyor. İşlerini hızla bitirip ortadan kayboluyorlar.
çok değil, iki yıl sonra Tan Matbaasını da basacaklar, sonra 6-7 Eylül’de görünecekler. . . Hep olacaklar hayatımızda.
Satsa 10 bin lira etmeyecek matbaasına 100 bir lira vergi çıkarılır. Varlık Vergisi bu zaten; varını yoğunu, evini, dükkanını, işletmeni bırak, borcunu ödemeye yetmezse doğruca çalışma kampına.
Canını zor kurtarır Aram.
Sosyalist dostlarının yardımıyla Gürcistan üzerinden Sovyetler Birliği’ne geçmek üzere Doğu Karadeniz’e ulaşır. Fakat, sınırda bir orman köyünde, hatta ormanın ortasında sıkışıp kalır, beklenen yardım bir türlü gelmez.
Bu sıkışma Aram’ın kafasında başka bir sıkışmanın, daha derin bir travmanın fotoğraflarını döndürmeye başlar.
Yıl 1915, aylardan Nisan’dır.
Aram ve ailesi başka Ermeni ailelerle birlikte bir trene doldurulup Anadolu’ya gönderilirler.
Bu bir ölüm yolculuğu, aynı zamanda, tarihimizin en kanlı döneminin başlangıç işaretidir. İstanbul’dan sonra Anadolu’nun her yerinden, şehirlerden, kasabalardan, köylenen toplanan Ermeni’ler ‘tehcir’e tabi tutulurlar. Yollara sürülürler, yollarda yok edilirler.
300 bin, 500 bin, bir milyon, bir buçuk milyon kişi. Sayısının önemi yok.
Yapılan, bir devletin kendi yurttaşlarının bir bölümünü, bilinçli bir politikayla yok etmesidir.
Soykırımdır yani.
Aram, 10 yaşında, annesinin yüzünü unutma pahasına, işte bu soykırımdan sağ olarak kurtulabilmiştir. Ailesinden geriye kalan, yanından hiç ayırmadığı, solgun bir fotoğraftır sadece.
Kafasında daha çok fotoğraf vardır, onları bir bir çizer defterine, ağaçlara, duvarlara.
Unutulmamalıdır o fotoğraflar.
Yıl 1943’tür.
Sanki 1915.
Değişen bir şey yoktur Aram için.
Türkleştirme, tektipleştirme, millileştirme politikaları devam etmektedir. Türk’ün gözü, gayrimüslim’in dükkanında, toprağında, malında, canındadır.
‘öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır”(2) çünkü.
Aram 10 yaşında, Anadolu’nun bozkırlarına, annesiz, babasız, kardeşsiz, insansız kalarak savrulur. Yaşamayı her şeye rağmen başarır bir şekilde, yaşamak denirse buna.
Anadolu’nun her tarafına, doğup büyüdükleri, yaşadıkları köylerden şehirlerden, evlerinden koparılmış insanlar savrulur, kadınlar, çocuklar, yaşlılar yok acımasızca yok edilirler.
Sağ kalanlar aç susuz, acılar içinde savrulurlar dört bir yana.
Yıl 1943’tür.
Ama sanki, 1915’tir.
1922’dir. 32’dir. 37’dir. 42’dir. 55’tir. 64’tür. 80’dir. 90’dır. 2007’dir. 2015’tir.
Bugün Kürt çocuklarının herbiri Aram’dırlar.
Kürt şehirleri kuşatılmış, insanlar hukuksuz bir şekilde evlerine kapatılmış, sokaklarda keskin nişancılar, tomalar, akrepler, tanklar dolaşıyor.
Devletimiz, halkının bir bölümüyle savaşıyor.
Gençler, çocuklar ölüyorlar.
Devlet aynı devlet.
Politika aynı politika.
Ermeni’ysen, Rum’san, Yahudi’ysen, Süryani’ysen, Ezidi’ysen öl, git, yok ol.
Kürt’sen asimile ol. Türk ol.
Yoksa, ‘Kurdun dişine kan değmiştir’, ‘Türk’ün gücünü göreceksin’.
Yüzyıl önceden bugüne, aynı kafa, aynı sözler, aynı yöntemler.
Geriye kalanlar da hep aynı: Acı, gözyaşı, kan, ölüm.
Bir de utanç, insan kalabilenlere.
Başka da bir şey yok.
22. 12. 2015 – T24