NİLGÜN TUNÇCAN ONGAN: HAK TEMELLİ SİYASET (12. 12. 2015)

192

10 Aralık’ta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin kabul edilişinin 67. yıl dönümünü geride bıraktık. Bu vesileyle de siyasiler hak- hukuk- özgürlük mesajları vermek konusunda birbirleriyle yarıştı.
Başbakan ve Cumhurbaşkanı, Türkiye’nin beyannameyi ilk imzalayan ülkeler arasında olduğunu hatırlatırken, AB Bakanı ise temel hak ve özgürlüklerden yararlanmanın Türkiye’de siyasal ve toplumsal kültürün başlıca dayanaklarından biri olduğunu söylüyordu.
Oysa tam da bu açıklamaların yapıldığı sırada BirGün gazetesinden üç gazeteci için hapis cezasına karar verilmiş, kargoyla taşınan kimyasal maddenin sızıntı yapması sonucu Yurtiçi Kargo işçileri zehirlenmişti. Sur’da sokağa çıkma yasağı 9. güne uzarken, Ankara Katliamı’nda kaybettiklerini anmak isteyenler birçok yerde yine polis barikatıyla karşılaşmıştı.
Siyasetin iklimi- kültürü bir tarafa, sade 10 Aralık günü olanlar bile memleket gerçeği ile resmi açıklamalar arasındaki mesafenin ne kadar açık olduğunu görmeye yetiyor. Sorunun başlıca sebebi ise iktidarın hak temelli bir siyaset anlayışına, burjuva demokrasisinin eksik standartlarını karşılayacak ölçüde bile, sahip olmaması.
Yaralı eylemcileri ölüme terk etmeyen hekimlerin mahkum edilebilmesinin nedeni de, gazetecilerin yaptığı haber dolayısıyla tutuklanabilmesinin nedeni de bu. Ya da yaşamın “doğal akışı” haline dönüştürülen grev yasakları için artık bakanlar kurulunu toplamaya bile ihtiyaç duyulmaması ve nihayet parlamento muhalefetinin dahi “provokasyon” sayılabilmesi de aynı nedenden kaynaklanıyor.
Demokrasi mücadelesinin nihai hedefini bu standartlara indirgemenin yetersizliğini vurgulamak yanında, mevcut durumun bunların bile çok gerisinde olduğunun da altını çizmek lazım. Siyaset hak temelli yaklaşımdan uzaklaştığı nispette asgari ücret tartışmalarında verimlilik argümanı, iş güvenliği konusunda ise rekabet gücü yaşam hakkının önüne geçiyor. Devletin anayasal sorumluluğu olan sosyal haklar bir “lütuf” olarak algılanırken, giderek “iltimas” konusu haline getiriliyor.
Bununla beraber gündemin yakıcı başlıklarından biri olan mülteciler konusundaki düzenlemeler de aynı yaklaşım içinde yapılıyor. Siyasal iktidar milyonlarca sığınmacıya ev sahipliği yapmakla övünüyor. Ancak savaş mağduru bu insanları, uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını düzenlemek yerine, kapsamı muğlak bir geçici koruma statüsüyle “misafir” ediyor.
Kamuoyundaki tartışmalar ise AB ile yapılan 3 milyar avroluk antlaşmaya ve Türkiye’ye vadedilen vize serbestliğinin koşullarına kilitlenmiş durumda. Anlayacağınız mülteci politikaları gündeminde olmayan tek şey mülteciler ve hakları. Kaldı ki; bu hakların güvence altına alınması mülteciler kadar Türkiyeli işçiler için de hayati öneme sahip. İşçiler arasındaki rekabeti tüm sonuçlarıyla birlikte engelleyebilmenin yolu mültecilerin çalışma ve yaşam hakkını güvence altına almaktan geçiyor.
Tabii bu sonuçlar özellikle belirlenmiş politika tercihleri değilse!12. 12. 2015 – EVRENSEL