AYSEL SAĞIR: ANKARA GARI’NDA GÖRÜNEN FAŞİZM (19. 10. 2015)

210

“üst üste yığılmış bedenlerin içinde yaşayanları bulmak için nabız yoklaması yaptık. Bu nabız yoklama işini –ola ki yanılma durumu yaşanır diye- iki kişi peş peşe gerçekleştirdik. ölenlerin yakınları ise bize, ‘ne olur bir daha bakın, belki yaşıyordur’ diye yalvardılar…”
Katliamdan sonra akşam saatlerinde TTB (Türk Tabipler Birliği) otobüsüyle İstanbul’a yola koyulduğumuzda herkes suskundu. Yanımda oturan genç psikiyatrist kadın da öyle. Yan yana oturanlar otobüs yolu yarıladıktan sonra konuşmaya başladılar gibi geldi bana. Ankara’dan uzaklaştıkça tehlikenin de geçtiği duygusuyla kim bilir (?) Ama en azından ben, arkama bakmadan –koşarak- oradan uzaklaşmayı seçenlerdendim. Genç psikiyatrist kadın daha neler anlattı hatırlamıyorum. Dudaklarının kımıltısını görmesem taş kestiğini rahatlıkla söyleyebilir(d)im.
Saatler sonra –Bolu yakınlarında- otobüs tek molasını verdi. Gülmeyen, hüzne kesmiş yüzlerden, tedirgin bedenlerden oluşan kalabalığın bir kısmı tuvaletin yolunu tutarken, kimileri geziniyor, kimileri de masalara oturmuş -tıpkı otobüsteki gibi- suskun etrafa bakıyordu. Derken, bulunduğumuz yere doğru iki kişi geldi. Yanımdaki kadın arkadaşa “siz doktordunuz değil mi?” diye sordu. Soruyu soran genç adam yanındaki orta yaşlı adamın kafasında patlama esnasında oluşan yaralanma durumuyla ilgili “bir bakar mısınız neyi var?” diyerek yardım istedi.
Bunun üzerine, yaralanmanın nasıl gerçekleştiğini sordu doktor. Kafasından yaralanan adam başını öne eğerek “havaya sıçradım, sonra yere düştüm” dedi. Bu sefer doktordan yaralanmanın düşmeden kaynaklı mı olabileceği sorusu geldi. “Yok” dedi adam. Sesini daha bir kısarak utanmış gibi, “kopan bir kafa çok hızlı kafama çarptı. Yaralanmam bu yüzden oldu” dedi. Yakında kim varsa dikkat kesilmişti. Kopan bir kafanın neden olduğu yaralanma olayı… Yakında olup konuşmaya dikkat kesilenlerin gözlerinden aynı anda yaş nasıl geldi? Ağlama ilk adamdan başlamıştı ama. “Benim yaram önemli değil, yaşıyorum…” der demez hıçkırınca, diğerleri de…
İktidara en yakın yerden seslenmek
Saat on suları, Ankara Garı’nın önündeyiz. Barış mı gelmiş ne (!?) Herkes neşeli, hava güneşli; çok hafiften bir rüzgar esiyor, sıcak değil, serin hiç değil. Pankartlar henüz açılmamış, kortejler oluşacak birazdan. Buluşma noktasına girerken, isminin başında işçi… olan birçok dergi ve gazetenin satışını yapıyor gençler. Üzerlerinde görevli önlükleri… Garip, etrafta tek bir polis yok, mercekle arasan bulamazsın. Bu iyi mi, yoksa kötü bir şey mi? Elinde “Haziran” bayrağı olan bir barış yanlısı Kürtçe slogan atıyor. HDP’lilerin yoğun olduğu öbeğe doğru yanaşıyoruz, yürüyüşe geçmeye daha biraz var. Biraz kenara çekilip bekleyelim diyoruz. Kalabalığın az ötesine, garın önüne doğru yürüyüp orada oturarak beklemeye karar veriyoruz.
Kalabalığı seyrediyoruz bir yandan da. Halay çekiliyor, birbirlerini orada görüp sevinerek sarılanlar var. En önemlisi de, ta başkente gelerek iktidara en yakın yerden seslenmenin heyecanını duyumsuyor insanlar. Savaşı lanetlemeyle oluşan duygu, ruh ortaklığı gülüşleri, elleri buluşturuyor. Buluşturuyordu ya da buluşturacaktı demeliydim. Ya da tüm bunları söylememeliydim. Bütün bunlar yalandı aslında, daha doğrusu yalan oldu. Gerçek olan, kan, parçalanmış insan bedenleri, kopan kafalar, sağa sola fırlayan kol ve bacaklar…
Sabahın ilk saatlerinde otobüslerle Ankara’ya girildiği andan, patlama anına kadar ortalarda görülmeyen polis, bütün azametiyle ortaya çıkınca gerçek öne geçti. (Nasıl kuruldu bu pusu?) Parçalanan bedenlerin arasında tur attı tomalar. TOMA (toplumsal müdahale aracı) yaralıların, ölülerin üzerine üzerine gitti. Kanlı bedenleri taşıyanlara yöneldi; bastı gazı, mermiler havada uçuştu.
Bizi zaten öldürmediler mi?
“Bizi öldürecekler, bizi öldürecekler” diye kim bağırdı böyle? “Bizi zaten öldürmediler mi?” çığlığı havada kalarak bir yanıt olma özelliğini çoktan yitirdi. Dı’lı, di’li geçmiş zaman eklerinin bir tuzak olduğunu yaralı bedenlere saldıran tomalar yeterince kanıtladı. Yüz rakamını geçen parçalanmış bedenler yetmedi cellatlara.
Ankara Garı’nın arkasından raylar geçiyor. Traversleri atlayarak kaçan ben miyim(?!) Şu biraz ilerde görülen merdivenleri, demir bariyerleri aşarsam öbür caddeye geçeceğim.
“Geri dön” diye bağırdı –yine- bir ses, “geri dön! Yaralılara yardım et!” Geri dönüyorum. Kaçtığım, benim değil de, yanımdakilerin -bombanın etkisiyle- savrulduğu, üzerlerine kan, kemik yağdığı noktaya. Daha varır varmaz “kaç” diyor birileri, “kaç ateş açıyorlar!” Tamam diyorum o an, bomba bir şey değil; bunlar bizi, sağ kalanları da öldürecekler. O an can alıcı başka bir gerçeklik Ankara Garı’nın dört bir yanını dolaşarak tüm ülkeyi, oradan da dünyanın gelmiş geçmiş tüm iktidarlarının faşist saldırılarını bütün çıplaklığıyla görünür kılıyor. Anlıyorum ki, kaçacak bir yer yok!
19. 10. 2015 – T24