ÇETİN VEYSAL: BARIŞ YA DA ÖZGÜRLÜK’ (04. 10. 2015)

191

“Şeytan bir günah işleteceği zaman, işe, bu günahı kutsallık
zırhına sokmakla başlar”William Shakspeare

Barış, insanlığın baş eğdirilemeyen içkin gücüdür.
Sıkça duyulan, “Savaş bitmeden barış olmaz” ya da “barış olmadan savaş bitmez” soyutlamaları, barışı; çatışmasızlık, ateşkes, müzakere görüşmeleri olmadan kurmaya çalışma gayreti gösterisi altında savaşı, terörü ve şiddeti artırmaktan başka anlama gelmez. çünkü barışın sağlanması, görüşme ya da müzakereyi kabulden geçer. Müzakere ya da görüşme ile savaşın şiddet ve terörü durdurulur ve ortak çıkarların kuruluşunun temelleri için öncelikle çatışma ve şiddetin kökleri soruşturulur ve nihayet uyumlu bir birliğe olanak sağlayacak karşılaşmaların yaşanabileceği koşullar ve olanaklar sağlanır. Bu nedenle savaşı sürdürerek barış istenmiş olmaz. Barış için çatışmasızlık ya da ateşkes ilk adımdır. Böylelikle karşılıklı olarak varlıksal alanlar korunmuş olur ve daha sonra, istekler ve amaçların ne olduğunun görüşülmesi ve tartışılması gelecektir.
Savaşın, çatışmanın, terörün ve şiddetin toplumlara neler ödettiği ortadadır. çevresel, toplumsal, ahlaki, kültürel, inançsal yıkım, zenginler dışında, toplumun tümüne vatan, millet, bayrak ve din naralarıyla zulmetme yolundan başka bir anlama gelmez. Savaş ve çatışma kimin işine yarar sorusu açık seçik şu sorularla ortaya koyulabilir: Savaşta kimler ölür? Savaşta kimler silah satar para kazanır? Savaşın sonuçları kime nasıl yansır? Yanıt basittir: Savaşlarda zenginlerin kaçıp saklanacağı yerleri her zaman vardır. Savaşlar onlara zarar veremez. Savaşlardan ve çatışmalardan sonra eski zenginlik ve güçlerine devlet yardımıyla yeniden kavuşurlar. Ama yoksul ve çalışarak geçinen insanların oturdukları evlerinden başka saklanacak yerleri yoktur ve savaşlar, çatışmalar doğrudan onları hedef alır. Yoksullar ve emeklerini satarak varlığını sürdürenler, her çatışma ve savaşın mağdurları, ölen ve öldürülen tarafıdır. İster ölsünler ister öldürsünler, çatışma ya da savaşlardan sonra ellerinde yalnızca yakılmış yıkılmış yerleşim yerleri, yoksulluk ve acı kalır. Yoksulların ve emeğiyle geçinenlerin, savaşta payına her zaman ölüm, acı, keder, yıkım ve yoksunluklar düşer. İşte bu nedenle barışı yoksullar ve çalışanlar sağlayabilirler. Bunu da savaşa ve çatışmalara “dur” diyerek, yollara, alanlara ve yaşamın her alanına çıkıp savaş ve çatışmaya karşı direnerek, onları yok olmaya sürükleyecek savaş ve çatışma çığırtkanlıklarına, kışkırtma ve yalanlara “dur” diyerek yapabilirler. Şimdi, “yeter artık” deme zamanıdır.
Halkıyla barış ve uyum içerisinde olmayan bir devlet nasıl bir devletir ve kendi halkına neden saldırır? Halkının sorunlarının ne olduğunu araştırmayan, soruşturmayan ya da bilerek sorun yaratan devletin amacı ne olabilir? Kendi yurttaşlarını gizlice öldüren, faili mechullerin hesabını vermeyen, üstüne üstlük “emri ben verdim” diyen, basını ve muhalefeti etkisizleştirerek toplumu, bir avuç parayla tutulmuş cahil kalemşörler aracılığıyla yalan yanlış haberlerle zehirleyen bir devlet nasıl bir devlettir, kimin devletidir? Yerleşim yerlerini topa tutan, binlerce insanı etnik kökeni nedeniyle toprağından eden, tehdit ve işkenceyi söylemsel bir genelliğe dönüştüren “bu” devlet ve başındakiler değilse, insanlara güvenliksizlik ve gelecek korkusu yayan, kendi gibi düşünüp hareket etmeyeni devletin üst kademelerinden uzaklaştıran, burjuva demokrasisinin gereklerinden olan yargı, yürütme ve yargının ayrılığı ilkesini ortadan kaldırmayı fiili durum haline getiren, kendine karşı hiçbir hukuk ve gücün harekete geçemediği devlet kime ve nereye dayanmaktadır?
Barış için öncelikle devletin hakiki anlamı olan toplumun özörgütü anlamına, yani özyönetimlere dönüşmesi gerekir. İster tekil ister tikel olsun, ancak insanlar kendilerini belirlediği ve yaşamın her alanında ne yapacaklarına kendileri doğrudan karar verdiği zaman hakiki barıştan söz edilebilir.
Barış, insanlığın baş eğdirilemeyen içkin gücü ya da otarkıdır. İnsan ve onlardan oluşan toplum her tarihte ve her yerde karşılıklı ilişkilerde uyum, denge, karşılıklı yardımlaşma iç dinamiğini yaşatır. Bu insana içkin güç, hangi koşul onu ortadan kaldırmaya çabalasa da ortadan kaldırılamaz.
özgürlük, insan olmanın temel içgüdüsüdür.
özgürlük; özerklik, özyönetim, özgürleşme veya bağımsızlık anlamlarında ele alınabilir. özgürlük gerçekleşmedikçe, hem tekil insan hem de yerel özyönetim, özerklik ya da özgürleşme olarak görünür olmadıkça, yani bir varolmada taşınmadıkça genellikle tartışma konusu olmaz.
Bu anlamda özgürlük, birilerinde ya da bir yerelde, hayatın her alanında kendini belirlemesi olarak ortaya çıkar. Ortaya çıkar çıkmaz da denetim altına alınması için binbir bahane, ötekileştirme ve karalama gündeme gelir. Bu amaçla dünyanın her yerinde egemen politikalarca güdülen zavallı ve bilgisiz yoksulların sarıldıkları değer olarak milliyetçilik, dindarlık ve gelenekçilik bu saldırıların baş aktörleri olarak harekete geçirilir. Egemenler ve devlet güçleri dünyanın her yerinde özgürleşmeye çalışanları, ayrılıkçı, bölücü, vatan ve millet düşmanı ilan ederek ötekileştirip, yönetilen sessiz yığınların tepkisini uyandırmayacak kara bir propagandayla kötüler ve kirletir, özgürleşme yoluna girenleri ahlaksız ve düzen bozucu ilan eder, saldırıp yok etmek için özgürleşenlere karşı kitlelerin nefret ve öfke duymalarını sağlar. Böylelikle artık özgürleşme yoluna girenler devletin kolluk kuvvetlerinin imhası karşısında savunmasız kalır.
özgürlük, kimde ya da nerede gerçekliğe ulaşır, görünür olur ve kendini bağımsızca ortaya koyarsa, orada egemenler ve iktidar sahibi olanlarla karşı karşıya gelir. Ama bu karşı karşıya gelme genellikle zengin ve erk sahibi yöneticilerle özgürleşenler arasında değil, zenginlerin egemen olduğu devletin ideolojik aygıtları aracılığıyla (hukuk, politika, medya, eğitim ve kültür endüstrisinin araçları) ve onun silahlı kolluk kuvvetleri olan polis ve ordu aracılığıyla baskılara “artık yeter” diyen ezilenler, köleleştirilmeye çalışılanlar ya da özgürleşme yoluna girenler arasında olur.
Oysa özgürlükten uzak olmak, bir insanı ya da toplumu baskı altında tutmak anlamına gelir. Ama özgürsüzlüğün baskıdan öte bir işlevi daha vardır: İnsanı insan olmaktan çıkarmak, korkutmak, başkaldırı cesaretini kırmak, köleleştirmek ve ruhunu sakatlamak. Böylelikle insanlar sindirilir ve insan olmaktan çıkarılarak boyun eğdirilmiş kölelere dönüştürülür. Böylelikle egemenler, sinikleşen insanlara herşeyi yapabilir, yaptırabilir erke ulaşırlar.
özgürleşmenin engellenmesi, terör ve şiddetten doğan korkunun, baskı ve ruhun sakatlanmasının en gerçek görünüşü, yerel yönetimlerin özerk olamamalarından ve yerel mülki amirlerin merkezi hükümet ya da herşeyden sorumlu bir başkan, bakan ya da başbakan tarafından atanmasından doğmaktadır. Merkezi hükümetçe yerellere yapılan atamaların ne gibi bir mahsuru olabilir diye sorulduğunda yanıt açıktır: Her atama, toplumun kendi iradesinin çiğnenmesi, karar hakkının elinden alınması, kendi sorunları hakkında çözüm üretimlerinden dışlanması ve kendi kendini yönetememesi anlamına gelir. Yalnızca bu kadar da değil, merkezden emniyet müdürü, kaymakam ve vali vb ataması, atananların kendini atayan devlet otoritelerine bağlı kalması anlamına gelir. Buradan da, atananların sorumluluğu halka karşı değil, merkezi hükümetin atayanlarına bağlı olması nedeniyle, bu atanmışların kendi çıkarlarını ve mevkilerini koruma güdüsüyle kendini atayanlara sadık kalarak hizmet, dolayısıyla halkın iradesini dikkate almama ve zulmetme itkisi doğar. Ayrıca atananlar, yaptıklarının neredeyse tümünden sorumlu da tutulamadıklarından, çünkü mülki amir değil baştaki başkan ya da başbakan gerekli emri vermiştir, ceza da görmezler.
Yolsuzluk, hırsızlık ve arsızlıkların kaynağı merkezi yönetim biçimidir, yerel özerkliklerin özgürlüklerinin olmamasıdır denebilir. Bu anlamda demokratik özerklikler, yaşanılan yerlerdeki insan ve toplumun özgürlüğünü dile getirir ve insanın kendinin öz savunmasını anlatır, insanda ve yerelde gerçekleşmiş görünür özerkliklerin ya da özgürlüklerin başka bir anlamı ve içeriği yoktur.
Ancak ne olursa olsun, insanın özgürlüğe içgüdüsel bir yönelimi vardır ve bu yönelim hiçbir güç tarafından baskı ve denetim altında ilelebet sindirilebilir değildir. Tarihte görülen özgürleşme mücadeleleri bu düşünmenin en sağlam tanığıdır.
Kapitalizmde şiddet herkesin efendisidir.
Kölelik ve iktidarın ortak kaynağı baskının varlığıdır. İnsan ister şiddetin yanında dursun ister şiddete karşı olsun, şiddet sermayenin, özel mülkiyetin ve onun hukuku ve reel politikasıyla beslenerek vahşileşir. Vahşetten beslenmek günümüzün toplumsal ilişkilerinin doğasından gelir. çünkü sermaye ve pazar yalnızca milliyetçilik, dindarlık, ahlak, gelenek, bayrak, vatan ve hatta aydınlanma ya da yerine göre sosyalizmin isminden beslenir. Yeter ki her şey kapitalist düzen içerisinde, yani fakir ve zengin ayrımının varlığında olsun. Ne olursa olsun, ama toplumda sermaye, zengin ve yoksul olsun, birileri alsın birileri satsın … Böylece bugünün düzeni olduğu gibi sürsün…
Bu kapitalist düzen sürdükçe, sonuçlarının şiddet, terör, düşmanlık ya da ayrımcılık ve eşitsizlik olduğu eskiden beridir açıkça görülmektedir… bunlar zaten bilinmiyor mu? Kapitalizm adaletsizlik, eşitsizlik, özgürlüksüzlük, açgözlülük ve bencillik üzerinde varolmuyor mu? Asıl kapitalizm ve onun kaynaklarının kurutulması gerekmez mi?
04. 10. 2015 – öZGüR üNİVERSİTE
kck/bodybykrnkck/htmlbyk