Latin Amerika’nın Kesik Damarları‘nı yayımladıktan yedi yıl sonra, “Uruguay’da engizisyoncular çağdaşlaştı. Barbarlıkla kapitalist anlayışın garip bir sentezi söz konusu. Askerler artık kitap yakmıyorlar, kağıt fabrikalarına satıyorlar.
Marx‘ın halkın elinin altında olmadığını söylemek yanlış; kitap halinde değil ama, kağıt peçete olarak her yerde mevcut” diye yazmıştı
Eduardo Galeano.
Hayatını kaybettiğini öğrendiğimde, yüreğimdeki büyük boşluğa ve hüzne rağmen gülümseyerek anımsadım bu sözlerini.
“Bizim için zaman, acımasız öğreticiliğine devam etti. Sistem, açlığı ve korkuyu arttırdı, zenginlik yoğunlaşmaya, yoksulluk yayılmaya devam etti.
Felaketler birbirini izliyor ama sermaye sahipleri, ucuz ve bol işgücünü, sınırsız krediyi, mali muafiyetleri ve doğal kaynakları sömürmeye devam ediyorlar. Eşitsizliğin yüzyıllar boyu ve dünya çapında örgütlenişi hız kesmiyor.
Ezilen ülkelerimize ‘gelişmekte olan ülkeler işçi sınıfının acımasızca yoksullaştırılmasına ‘gelirin gerileyen yeniden dağılımı’ deniyor. Uluslararası çark, geçmişte olduğu gibi dönmeye devam etti. Malların hizmetinde ülkeler, nesnelerin hizmetinde insanlar. Güç simgesi olarak mal fetişizmi, rekabet ve tüketim ilişkilerine indirgenmiş insan ilişkileri…
Bir ülkenin başlıca zenginliğinin devletin eline geçtiği her durumda, devletin kimin elinde olduğunu düşünmekte yarar var. Temel kaynakların ulusallaştırılması; gelirin, çoğunluğun yararına yeniden dağılımı anlamına gelmez çoğu zaman. Yönetici azınlığın, güç ve ayrıcalıklarını tehlikeye atacağı anlamına gelmediği gibi.
Tarih boyunca iktidardakiler, politik imgelem gücünden yoksunluk ve kültürel kısırlık konusunda sayısız örnekler verdiler. Buna karşılık, dev bir korku mekanizması kurmayı başardılar ve insanların düşüncelerinin yok edilmesi tekniklerinde mükemmele ulaştılar.
Bu şartlar altında halk ‘iç düşmanlar’ kabul edildi. En ufak bir hayat belirtisi, karşı çıkış ya da kuşku, tehlikeli bir kışkırtma olarak görüldü.
Şiddetin dehşeti, sistemin dehşetini gözler önüne sererken; resmi propaganda, gece gündüz yurttaşlara sistemin ‘vatan’ demek olduğunu haykırıyordu. Sistemin düşmanı ‘vatan haini’ oldu.
Kurban-cellat ilişkisi, o hazin diyalektik; onurumuzu kıran, vicdanlarımızı yaralayan bu yapı, uluslararası pazarlarda ve finans merkezlerinde başlar, her yurttaşın evinde son bulur.
Sonuç, düzenin hakim, işçilerin yumuşak başlı, ücretlerin düşük olduğu ülkeler. . .
Nefes almak dışında insanın her türlü etkinliğinin suç teşkil ettiği bir ülkede, mezarlıktan daha ‘düzenli’ bir yer düşünülemez…” *
Soma’daki maden kazasının birkaç gün önce yayımlanan güvenlik kamerası görüntülerini -yüreğim ezilerek- izledikten sonra, bir kez daha okudum
Galeano‘nun yazdıklarını.
ölenlerin yakınları önceki gün duruşma sonrası kameralara, “bizi neden susturuyorlar” diye isyan ederlerken, tekrar anımsadım.
Binlerce polis ve koruma eşliğinde Soma’ya yaptığı ‘taziye’ ziyaretinde, kendisini protesto eden vatandaşının üstüne, hiddetten gözü dönmüş bir şekilde yürüyen o Başbakanı da; yere düşürdüğü bir başka protesto kurbanını tekmeleyen müşavirini de, insanlık adına yüzüm kızararak anımsadım.
Ermenek’te maden kazasında ölen on sekiz işçinin ailelerine ‘ev tapusu’ hediye eden TOBB’un düzenlediği törende, Bakan Taner Yıldız konuşma yaparken “Türkiye seninle gurur duyuyor” tezahüratları ile salonu inleten partililere, gözyaşları içinde ayağa kalkarak “Gencecik canlarımız gitti. Neyle gurur duyuyorsunuz? Ben bir şey istemiyorum!” diye isyan eden madenci eşinin, polisin kolunda hızla oradan uzaklaştırılmasını -hissettiğim onca üzüntü ve öfkeye rağmen- gurur duyarak anımsadım.
“1550’lerde Latin Amerika’da madenler, yerlileri öğüten birer makina gibiydi. Sömürgeciler, yaptıklarını haklı çıkaracak sayısız ideolojik açıklama getirmişlerdi. Yeni Dünya, katliamı bir hayırseverlik gösterisine dönüştürmüştü. Suçluluk duygusu arttıkça vicdanları rahatlatmak için suçun yüklenebileceği başkaları bulundu. Yerliler, sırtlarında lamalardan daha fazla yük taşıyabildiklerine göre, yük hayvanı olarak görülmeleri doğaldı. Meksika valisi, ‘yerlilerin ruhundaki kötülükle savaşmanın tek yolunun onları madenlerde çalıştırmak olduğunu’ söylüyordu,” *
Aradan geçen onca yüzyıldan sonra biz, ‘madencinin fıtratında ölümün olduğuna’ kanaat getirdik. Bu yüzden, işçiler öldüğünde ortalıkta suçlanacak kimse kalmıyor. ölen, öldüğüyle kalıyor sadece. Bu katliamların sorumluları; politikacılar, bürokratlar, yerel yöneticiler, patronlar… bir milim yerinden kıpırdamıyorlar.
Soma faciasından sonra, dönemin Başbakanı Erdoğan, 1862 İngiltere maden kazasında ölenlerin sayısı yerine, on altıncı yüzyıl başlarını örnek verse -iktidarlarının fıtratını kavramak açısından- daha yararlı ve yerinde olabilirdi.
Dün, Soma davasının devam eden duruşmasında tutuklu sanıklar, bilirkişi raporuna itiraz ederek kazada ölen baş mühendis
Mehmet Ali Efe’yi suçladırlar. Ama suçlamalara sağ kalan madenciler ile Mehmet Efe’nin babası tepki gösterdi:
“üzerinde Akın Bey var, Ramazan Doğru var, Yönetim Kurulu Başkanı Can Gürkan var. Ama baktığınızda şu an içeride bütün her şeyin suçu alt birimdeki kişide. Her şey onun üzerinde düğümleniyor. Akın Bey ocak müdürü olduktan sonra ocağa inmeyen birisi. Nasıl oluyor da işletme bu şekilde çalışıyor? Her şeyden haberi var. Akın Bey bu ocağın Azrail’i. Adalı bu ocağın Azraili. Adalı’yı gördüğü zaman işçiler şakır şakır titriyor, ben bunu kendi oğlumdan da duydum. Üzerlerine baskı yapıldığını, üretim zorlamasının olduğunu, Ciner Grubu’nun burayı nasıl bıraktığını raporlar tenzi ediyor… Ama her şeyi Mehmet Efe yönetmiş, başka hiç kimse yetkili değil. Kendisini savunamadığı için ölünün üzerine bas geç. çakalların dansını izliyoruz. . . ‘
Dünyanın her yerinde, yüzyıllar boyunca ‘madenler’ rant demekti. Altın, kalay, çinko, krom, bakır, demir, bor, cıva, kömür… Başkanları seçer, bakanları yönetir, iktidara getirir, iktidardan düşürür, işçilerin yoksulluğunu planlar, katliamları örgütler, servetleri arttırırdı. İşçilerin görevi karın tokluğuna ona hizmet etmek, gerekirse yolunda ölmekti.
Tapu dağıtma töreninde Bakan Yıldız konuşurken, gözyaşlarına boğulan madenci eşlerinin çevresini kuşatarak, kendilerinden geçmiş bir şekilde “Türkiye seninle gurur duyuyor!” diye bağırarak coşan, alkış ve ıslıklarla tezahürat yapan o adamların hiçbiri maden kazalarında ölmeyecek. Aksine madenler, ayakta ve hayatta tutacak onları.
Milyonlarca liralık rüşvetler karşılığında, apar topar verilen maden işletme ruhsatları ayakta tutacak. Seçim dönemlerinde, iktidar ortaklarının seçim masrafları ucuza gelsin diye, ‘sadaka niyetine’ dağıtılan kömür çuvalları ayakta tutacak.
Kardeşlerimizin acısına, ‘sus payı’ olarak verilen tapular, bağlanan üç kuruşluk aylıklar care olacak. Taşkınlıkla ıslık çalan ağızlar, gururla alkış tutan eller gözyaşlarını dindirecek. O da olmazsa tekme, tokat ve yumruklar havada uçuşacak.
Sermaye sahipleri ve politikacılar aralarında gönüllerince ‘kazan-kazan’ oyunu oynayabilsinler diye o alkışlara ve tezahüratlara ihtiyacımız var.
On üç yıllık ‘adalet ve kalkınma’ efsanesinin amacını ve araçlarını daha iyi görebilmek; nasıl insanlar olduğunuzu, bu ülke halklarına neler vadettiğinizi her seferinde daha iyi kavrayabilmek için, başımızın üstünde uçuşan yumruklarınıza, savrulan tekmelerinize ihtiyacımız var.
Haklısınız.
Türkiye sizinle ne kadar gurur duysa, az.
@SibelYerdeniz*
Latin Amerika’nın Kesik Damarları
Eduardo Galeano
18. 04. 205 – T24