FİKRET BAŞKAYA: ŞU REKTÖR ATAMALARINA DAİR KISA NOT (05. 04. 2015)

203

12 Eylül cuntası bu ülkenin tüm kurumlarının üzerinden bir buldozer gibi geçti ama üniversiteyi hizaya getirme konusunda daha da dikkatliydi. Zira, bir ideolojik yeniden üretim kurumu olan üniversiteler özel önem arz ediyordu. Ve YöK dayatıldı. Aslında YöK demek, üniversitelerin, bir bütün olarak yüksek öğretim kurumlarının tipik birer kışlaya dönüştürülmesiydi ve dönüştürdüler. Aradan tam 33 yıl geçti ve YöK olduğu yerde duruyor. Lâkin bir mesele var: ‘Hırsızın hiç mi kabahati yok’ denir. Türkiye’nin mülk sahibi egemenleri üniversiteleri tam bir gericilik yuvası haline getirmek istediler ve getirdiler. Sınıfsal çıkarlarının gereğini yaptılar. . . İyi de bu zaman zarfında üniversite üyeleri ve öğrencileri ne yaptılar? Yapılması gerekeni yaptılar mı? Yapsalardı aradan bir yüzyılın üçte biri geçtikten sonra bile hâlâ YöK denilen musibet olduğu yerde durur muydu?
üniversitenin bir tanımı olması gerekir ve özerklik üniversite için
olmazsa olmazdır.
Bu yüzden ‘özerk değilse üniversite değildir’ denmiştir. Başka türlü söylersek, özerk olmayan, kendi kendini yönetemeyen bir akademik kurum üniversite adını hak etmez. Kendi kendini yönetmekten aciz bir kuruma, ne ad koyarsanız koyun, üniversite tanımına sokulamaz. Kendine has bir üslubu ve geleneği olmayan, kendini savunamayan bir kurum üniversite sayılmaz. Hepsi o kadar da değil, üniversitede yapılanların toplumdaki özgürleşme (emansipasyon) mücadelesiyle de örtüşmesi, ona kavuşması gerekir. Oysa üniversite üyeleri kendi haysiyetlerine sahip çıkma, kendi konumlarını ve varlık nedenlerini koruma konusunda yapılması gerekeni yapmamakta ısrar ettiler. Üniversite özerkliği konusunda kendilerinden beklenen tutarlı ve kararlı bir tavır ortaya koymadılar. Bilimsel namus ve entellektüel dürüstlüğün gereğini yapmadılar, yapmak istemediler. O zaman da kapısında üniversite yazılı olan kurumlar, devlet aygıtının herhangi bir unsuru almanın ötesine geçemediler. . .

Fakat hepsi o kadar da değil, üniversite üyeleri kendi varlık nedenlerini tümüyle ortadan kaldıran, özelleştirme saldırısı karşısında da sessiz ve tepkisiz kaldılar. Sadece sessiz ve tepkisiz de kalmadılar, yangına körükle gittiler. özelleştirmeleri hem meşrulaştırdılar ve hem de daha yüksek maaş için tam birer kapitalist işletme, tipik birer bilgi ve diploma ticarethanesi olan ‘özel üniversitelere’ koştular. Kendilerine kurulan tuzağın farkına varamadılar. Uzun vadede başlarına gelecekten habersizler. . . Elbette günü kurtarmak marifet sayılırsa mesele yok. . . Benden sonra tûfan demek de mümkün. . . Ama uzun vadede taşeron şirketler tarafından pazarlana bileceklerinden habersizler. . . Bir gün gelip, asgari ücretin altında çalıştırılabileceklerini düşünemiyorlar. . . Eğitimin, bilginin, bilimin ve sanatın, estetik etkinliğin metalaşmasını, olağan ve gerekli bir şey sayma aymazlığı içindeler. Oysa, bilimsel ve estetik etkinlik metalaşırsa, özelleşirse, bir kâr ve kazanç aracına ve nesnesine indergenirse, kendi misyonuna ve varlık nedenine yabancılaşır. . . Şimdilerde olduğu gibi. . .
üniversite üyeleri ( Dr- yardımcı docent- Doçent- Prof. )
rektör seçimleri için oy kullanıyor, adaylardan en çok oy alandan en az alana 6 kişinin adı YöK’e bildiriliyor. YöK 3’ünü eleyip
Cumhurbaşkanına gönderiyor. Cumhurbaşkanı da üç adaydan birini rektör olarak atıyor. Ve ekseri en çok oy alanı değil, siyaseten ve/veya ideolojik olarak kendisine yakın olanı atıyor. Seçenlerin iradesini ve tercihini dikkate almıyor, yok sayıyor.
Ondan sonra ‘neden en çok oy alanı atamadın ey sayın Cumhurbaşkanı’ diye bir gürültü kopuyor. Aslında mızmızlanma demek daha doğru. Hem o anti-demokratik, aşağılayıcı kanuna göre oy kullanıp, o sefil oyuna dahil olacaksın, oyunun bir parçası olacaksın, (oyuna geleceksin) ve hem de ‘yok efendim neden en çok oy alanı atamadın, demokrasinin gereğini yapmadın’ diye şikayet edeceksin! Kanunlar ( anayasının 130’uncu ve 2547 sayılı YöK kanunu) Cumhurbaşkanına da o yetkiyi vermişken,
tutarlı tavır, o sefil oyunu reddetmek, ben o işte yokum demek değil midir? En azından bir pasif direniş ortaya koymak çok mu zor?
Ne derdiniz varsa görün demek gerekmiyor mu? Benim oyum o kadar değersiz değil deseler dinlerinden mi dönerler. . . önünüze her konan her yemeği yemek zorunda mısınız? Aksi halde üniversite üyeleri o sefil oyunun bir parçası olmaya, oyuna gelmeye ve YöK de yerli yerinde kalmaya devam eder. Nitekim devam ediyor. . . Bir anektot: Yıllar önce YöK tarafından (daha doğrusu ünlü 1402 sayılı yasaya göre) üniversiteden atılan daha sonra yapılan değişiklikle tekrar göreve dönen bir profesörle karşılaşmıştım, Bana rektörlük için aday olduğunu söylediğinde, ‘senin orda ne işin var, hani YöK’e karşıydın dediğimde, ‘ben seçilir-atanırsam iyi şeyler yapabilirim’ anlamına gelen saçma gerekçeler sıralamıştı. Yanlış içinde doğru olabileceğini sanıyordu. Hepsi o kadar da değil,
tekrar göreve dönenlerden bazıları YöK üyesi bile olmuştu. . . Aslında bu durum itirazının etik-entellektüel ilkelere ve gerekçelere dayanmadığını göstermiyor mu?
Lâkin bir yanlış anlaşılma ihtimaline karşı ve haksızlık da etmemek için son bir şey söyleyeyim: Elbette ta baştan itibaren YöK saldırısına karşı çıkan, bilim namusu ve entellektüel dürüstlüğün gereğini yapan, tutarlı tavır ortaya koyan öğretim üyeleri de, 33 yıldır YöK saltanatına karşı kahramanca direnen öğrenciler de hep oldu ama ne yazık ki, her ikisi de küçük bir azınlık olmanın ötesine geçemediler ve taşı yerinden oynatacak güce ulaşamadılar. Güçlü akıntı karşısında duramadılar. . .
Şimdilerde özelleştirmelerle birlikte sadece yüksek öğretim kurumları değil, eğitimin tüm aşamaları hızla birer ticarethaneye, kapitalist işletmeye dönüştürülüyor. Bilgi ticareti, diploma ticareti yapılan yerler haline geliyorlar. Bu sefil ve kepaze gidişat sizi rahatsız etmiyor mu? Sizi hiç kaygılandırmıyor mu?

06. 04. 2015 – öZGüR üNİVERSİTE