FİKRET BAŞKAYA: 1915- HRANT VE ADALET (18. 01. 2015)

196

Fikret Başkaya’nın 1915-Hrand ve Adalet Konferansı açılış konuşması*
Ankara Düşünceye özgürlük Girişimi, tarafından düzenlenen,
1915- Hrant ve Adalet
temalı konferansa hoş geldiniz. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Konferansta bildiri sunacak ve moderatörlük
yapacak değerli dostlarımıza en samimi teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Ayrıca, tâ. . . Amerika kıtasından, onca yol kat ederek, sadece bu konferansta bildiri sunmak
için gelen değerli dostlarımız:
Henry Terriault
ve
Eric Nazarian’
a ne kadar teşekkür etsek yeridir. . .
Hrank Dink kardeşimizin, dostumuzun katledilişinden bu yana 8 yıl geride kaldı ve bu zaman zarfında dur-durak bilmeden Hrant için adelet talebi dillendirildi. Ve bir arpa boyu yol kat edilmiş değil. Onca adalet talebine, onca mücadeleye rağmen, başlangıçtaki yerde patinaj yapmaya devam ediliyor. . .
Sabahattin Ali, o güzel insan, o harika yazarımız, bundan tam 67 yıl önce katledildi. Ve aradan geçen 67 yılda cinayetin üzerindeki sis perdesi hiç bir zaman dağıtılamadı. . .
Ve bu iki cinayet arasında onlarca yazar, şair, sanatçı, düşünür, gazeteci. . . katledildi. Hiç birinin katilleri ortaya çıkarılmadı, hiç bir cinayet aydınlatılmadı
Neden böyle oldu- oluyor? Neden bu katliamlar bir türlü aydınlatılmıyor, neden katiller cezalandırılmıyor? Adalet yerini bulmuyor?
Sorun,
katledenden adalet beklemekten kaynaklanıyor. Hrant Dink’in katilleri devletin bütün bileşenleriydi. Herkes işin içindeydi ve hepsinin eli kanlı. Elbirliğiyle, taamüden işlenmiş bir cinayet söz konusu. . . Durum öyle olunca, yargılamalar, bitmek bilmeyen duruşmalar, mahkemeler seyirciyi oyalamak, insanların aldatmak içindi. . .
O halde neden bu kadar kolay cinayet işliyorlar? Sorusu akla gelir!
Bir ülkede adaletin asgari düzeyde olsun, tecelli edebilmesi için, adalete ihtiyacı olanların, adalet talep edenlerin, siyasi iktidarı, yönetenleri asgari düzeyde
belirleme
ve/veya
etkileme
potansiyeline sahip olmaları gerekir!
Oysa, İmparatorluktan Cumhuriyete geçildiğinde, Osmanlı’nın kulu Cumhuriyet’in yurttaşı olamadı. “Eski Rejimden” bir kopuş söz konusu değildi. “Eski rejimle”, onun geleneksel ideolojisi ve kültürüyle cepheden bir hesaplaşma hiç bir zaman gerçekleşmedi.
Padişah’ın kulu, vatanın kulu
oldu sadece. Vatanın da kime ait olduğu bilindiğine göre, devre tamamlanıyor demektir. . . Ne yazık ve ne üzücüdür ki, bu topraklar üzerinde yaşayan insanların taşıdığı ortalama bilinç, bir tür, misafir-sığıntı- mülteci bilincinin ortalamasıdır, bu üçünün bir karışımıdır. . . Eğer insanlar gerçekten yurttaş bilinci taşıyor olsalardı, ödevleri kadar hakları da olduğu
bilincini
taşıyor olsalardı, bu ülkeyi yönetenler istediklerini istedikleri zaman katlede bilirler, istedikleri herkesi istedikleri gibi cezalandırabilirler miydi?
Bu ülkede halk kitleleri, bu ülkenin tarihinde ve o tarihin hiç bir kritik dönemecinde politik-sosyal süreci etkileyecek, şeylerin seyrini değiştirecek bir müdahalede bulunamadı. O yüksekliğe çıkamadı. Hiç bir zaman itilip-kakılmaktan kurtulamayan, pasif, edilgen bir yığın olmaya devam etti. . . İşte, kolay öldürmelerinin, kolay işkence etmelerinin, kolay hapsetmelerinin ve tabii kolay yönetebilmelerinin asıl nedeni bu!
Değerli dostlarımız. Bu öyle bir rejim ki, muhalifi
düşman,
farklı düşüneni de
hain
olarak görüyor ve öyle muamele ediyor.
Ve her zaman her farklı, her aykırı düşünceyi kolaylıkla cezalandıracak bir kanun, tüzük, yönetmelik ve ‘teamül’ stokları, öyle “zengin” bir mevzuatları var.
Bir de benim “ölü doğmuş maddeler” dediklerim var. Şöyle: önce bir kanun maddesinin ilk cümlesinde veya ilk bendinde bir hak tanınıyor, ilân ediliyor, arkadan gelen cümlede veya bentte de hemen geri alınıyor. Bu konuda iki örnek:
1.
Anayasa madde:
26. – “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.
Burada doğan hemen şuracıkta ölüyor:
Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.
Ve varan 2
Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir”.
Bu cümle, her şeyi sağlama almak için, iktidara her türlü pusu kurmanın yolunu açıyor ve hakkı kuşa çevririp, kullanılamaz hale getirmesini sağlıyor…
İkinci örnek:
2.
Anayasa madde 130: “üniversiteler ile öğretim üyeleri ve yardımcıları serbetçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında bulunabilirler. Ancak, bu yetki, Devletin varlığı ve bağımsızlığı ve milletin ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhinde faaliyette bulunma serbestliği vermez. . . “
Ya da kanun maddesi öyle muğlak yazılıyor ki, canlarının istediği herkesi onun içine sokmak mümkün oluyor. Bu konuda TCK’nın ünlü 301’inci maddesi, söylemek istediğime iyi bir örnek:
“Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama
ile yargılananlar cezalandırılır
(1) Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türkiye Büyük Millet Meclisini, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ve Devletin yargı organlarını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Devletin askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi 1. fıkra hükmüne göre cezalandırılır.
(3) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.
(4) Bu suçtan dolayı soruşturma yapılması, Adalet Bakanının iznine bağlıdır.
Lâkin gerektiğinde cezalandırmak için kanuna da gerek görmüyorlar. “Kanunsuz suç ve ceza olmaz”, evrensel ilkesini kolaylıkla yok sayabiliyorlar. Musadenizle bu konuda kendimden bir örnek vereyim. Fransa’da doktorayı tamamlayıp Türkiye’ye döndüğümde, beni hemen askere aldılar. Tuzla Piyade Yedek Subay Okulundan, dönem sonunda er çıkartıp, “sakıncalı piyade”
olarak Erzurum’a (Oltu) sürgün ettiler. Yedek subaylık hakkımı gasbedip sürgün etmelerine gerekçe, ” kötü düşünceli” olmamdı… Oysa hiç bir kanun da öyle bir şuç tarifi yapılmış değildi… Kaldi ki, “kötü düşünce”
diye bir suçtan söz etmek de abestir…
Bir de TCK’nın evlere şenlik, “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşagılama’yı düzenleyen, 216. Maddesi var: Halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması hâlinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır…
Daha neler, neler var. .
Ve işte buna “hukuk devleti” diyorlar… Sanki hukuku olmayan bir devlet olurmuş gibi…Onun için hangi devletin, hangi hukukundan söz ettiğini bilmek önemlidir… Hukuk devleti demek, “tatlı şeker” demek gibi bir şeydir… Amaç zihinsel manipülasyon yapmak, olmayan bir şeyi varmış gibi göstermektir…
Onlar saldırmaya devam edecekler, biz direnmeye devam edeceğiz, onlar susturmaya devam edecekler biz de konuşmaya devam edeceğiz… Ve bunun başkaca bir yolu yok!
Lâkin hatırdan çıkarmamamız gereken bir şey var: Kısmî mücadelelerle bir şeyleri başarma, taşı yerinden oynatma şansımız yok. Elbette kısmî mücadeleler gerekli ve önemli ama yereterli değil. öncelikle rejimi değiştirmeyi hedef alan, bütünlüklü bir mücarele perspektifi gerekiyor. Kısmî mücadeleler ancak ona eklemlendiğinde, onun bir bileşeni olduğunda, onu tamamladığında bir anlam ve değer ifade edebilir…
Hrant Dink’in saygı değer anısı önünde hepinizi tekrar selamlıyorum…
*17 Ocak 2015 – çağdaş Sanatlar Merkezi- Ankara
18. 01. 2015 – öZGüR üNİVERSİTE