NİL MUTLUER: DİYANET TARTIŞMALARI-1 (17. 12. 2014)

210

Tam da Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’e tahsis edilen 1 milyonluk makam arabasının gündeme düştüğü cumartesi günü, Helsinki Yurttaşlar Derneği
(hYd) Diyanet üzerine yaklaşık iki yıldır yürüttüğü kapsamlı çalışmanın sonuçlarını kamuoyuyla paylaşmak üzere bir toplantı gerçekleştirdi.
Diyanet üzerine bu çalışma KONDA’nın toplumsal algı, benim de sosyal ve ekonomi-politikası üzerine yaptığım araştırmaların yanı sıra 11 ilde farklı kesimlerden katılımcının tartışmalarını da kapsıyor. Bu üç ayak üzerine şekillenen çalışmanın meseleyi farklı yönleriyle ele alması ve çeşitli aktörleri işin içine katması bakımından Türkiye’de bir ilk olduğunu söylemek çok da büyük bir iddia olmayacaktır. Araştırmaların detaylarına hYd ve Konda’nın web sitelerinden ulaşılabilir.
özellikle illerde gerçekleştirilen toplantılarda aralarında Alevi kurumlarından kadın hareketi mensuplarına, sendikalardan Diyanet çalışanlarına, akademisyen ve gazetecilere kadar bir çok farklı sivil toplum mensubu kurum ve kişinin katıldığı tartışmalar yürütüldü. Proje danışma kurulunda ve toplantılarında ise hYd proje ekibinin (Sevgi özçelik, Ebru Uzpeder, Emel Kurma, Esra Güçlüer ve özlem Dalkıran) yanı sıra aralarında Diyanet’i çalışmaya çok
az kişinin cesaret edebildiği dönemlerde Diyanet ve inanç üzerine araştırmalar yapan Prof. İştar Gözaydın, Dr. Hidayet Tuksal, Dr. Hasan Vural gibi akademisyenler ve Cafer Solgun, Emine Uçak ve Nukte Bouvard gibi gazeteciler de yer alıyordu. Tüm bu buluşmalar ve üzerine mevcut literatüre rağmen Diyanet’i daha yeni yeni konuşmaya başladığımızı da hatırda tutmakta fayda var. Ben de bu vesileyle, bu ve bunu takip eden yazılarımda Diyanet ile ilgili önemli bulduğum bir kaç noktayı tartışacağım.
Diyanet ile ilgili kamuoyuna yansıyan tartışmalar genellikle bir birine zıt iki tavır arasına sıkışıyor: Kurum gereklidir ve dolayısıyla varlığını olduğu gibi veya özerkleşerek sürdürmelidir diyenler ile gereksizdir, dolayısıyla varlığı sona erdirilmelidir diyenler. Bu zıtlaşmada, ne yazık ki çoğunlukla meselenin özünü oluşturan ‘inanç özgürlüğü’ konusu geri planda kalıyor. Dahası, bu iki uç arasında kimin nerede durduğu, çoğunlukla kimin Diyanet’i, kendi politik gündemi doğrultusunda, ne ölçüde kontrol edebildiğine göre farklı dönemlerde değişkenlik gösterebiliyor. Dolayısıyla, Türkiye’de birçok alanda olduğu gibi tartışma mesele yerine kimin kurumu savunup savunmadığına bakılarak kimlik etrafında şekilleniyor.
Esasında bunun çok güzel bir örneğini 2006’da TBMM Başkanı iken Diyanet’in kalkması gerektiğini savunan Bülent Arınç’ın 2012’de Başbakan Yardımcısı iken
kurumun önemini Atatürk dönemine referansla vurgulamasında ve hemen akabinde Diyanet’in devlet protokolündeki yerinin 51. sıradan 10. sıraya
yükseltilmesinde gördük. Ancak bu örnekten hareketle, söz konusu değişkenliğin sadece AKP’ye veya onun dönemine özgü olduğunu düşünmek de doğru olmaz. Zira, bugün kurumun varlığını eleştiren kesimden birçok kişinin zamanında laikliği korumak adına kurumun varlığını savunduğu da bilinen bir gerçek. Laiklik bambaşka bir tartışma konusu. Bu yazıda ona detaylıca değinmeyeceğim. Burada sadece şu gerçeğe dikkat çekmek
istiyorum: 1961 anayasası ile “toplumsal ahlak”, 1982 anayasası ile “milli menfaatleri” koruma görevleri verilen bir devlet kurumunu, bu kurum dönemin Kemalist yaklaşımını koruduğu sürece savunanlar, AKP’nin iktidara gelmesinden, yani kurumu yönlendiren ve kontrol eden siyasal aktörün değişmesinden sonra, artık Diyanet’in varlığını sorgulayabiliyorlar.
Meselenin özü inanç özgürlüğü ve devlet ilişkisi. Ancak, Türkiye’de inanç özgürlüğü siyasi olarak oldukça kısıtlanmış durumda. Sünni İslam, cumhuriyetin kuruluşuyla bir anlamda zapt edilmeye çalışılırken, diğer din veya inanç mensupları, agnostikler ve/veya ateistler ya azınlık politikalarıyla ikinci sınıf yurttaş konumuna indirgeniyorlar ya da asimilasyon politikalarına maruz kalıyorlar. Ancak gündelik hayattaki varlıkları devlet tarafından yasaklanan ya da tanınmayan tarikatların veya cemevi gibi ibadethanelerin varlıklarını, her şeye rağmen, yasaklar ve zorluklarla mücadele içerisinde, adeta bir direniş olarak sürdürmüş oldukları da bir gerçek. Bu kesim için Diyanet adeta varlıkları önünde bir engel. öte yandan, Dr. Hidayet Tuksal ve Dr. Hasan Vural Cumartesi günkü konuşmalarında başka bir gerçeğe dikkat çektiler. Hiçbir cemaat ile sosyalleşmeden devletten kamu hizmeti almak üzere camiye giden ve/veya kurbanını kesen yurttaşın Diyanet’in varlığını devam ettirme talebi de, cumhuriyet döneminin olmasa da bugünün bir gerçeği.
Tartışmayı Diyanet’in varlığı üzerinden kimlikler ve/veya politik partiler arasında yaşanan siyasal çekişmelere hapsetmek yerine, inanç özgürlüğü üzerinden kurgulamak bence çok daha zihin açıcı. Zira, Türkiye’de inanç özgürlüğü 90 yıldır kesintiye uğramış bir alan. Bu da Diyanet ile ilgili bir sonraki yazının konusu. . .
17. 12. 2014 – T24