NAZAN ÜSTÜNDAĞ: YİNE ŞENGAL, MAXMÛR, LICÊ VE. . . (22. 08. 2014)

193

Günlerdir Şengal’den gelen Êzidîlerin hikayelerini okuyoruz. Bu dehşet verici, her biri dünyayı durduracak, ciğerlerden tüm havayı çekip yutacak derecede kuvvetli hikayeler bu coğrafyada ne kadar da tanıdık. Ne kadar da bildik. Ne kadar da yaşandık.
Ermenilerin yaşadıkları büyük felaket ve soykırımdan hatırlananlara, çocukları arasında seçim yapmak, kimini yolda bırakmak zorunda kalan anaların, askerler tarafından götürülen genç kızların hikayelerine ne kadar da benziyor. Şengal Dağı Ararat oluyor.

Dersim’de kurşuna dizilenlerin altında yaralı kalıp, sesini yutup bekleyenlerin hikayeleri nasıl da yeniden canlanıyor; Koço Köyü’nden kaçanların kelimelerinde anlatılamayan, sadece kesik soluklar, hıçkırıklar arasında bir hece, böğürtü, haykırış olan katliam.

1994’de köy ortasına toplanan, “ya korucu olursunuz ya defolursunuz” diyen Türk askerin sesini kaçıncı kez duyuyor Maxmûrlular acaba IŞİD’in Êzidîlere “Müslüman olun” çağrsında? Baş kesilmeler onlara Maxmûr’dan önceki bir başka kamplarında KDP’li askerler tarafından kesilmiş başları hatırlatıyor mu? Kaçıncı defa sıcakta, açıkta, kurumlarını ayakta tutmaya çalışıyor, kaçıncı sefer ayrı düştükleri yoldaşlarını aynı çatı altında toplamaya çalışıyorlar?

Aklıma Maxmûr’da gezerken gördüğümüz betonerme ev geliyor. Bizi gezdiren arkadaşlardan biri insanların yavaş yavaş Maxmûr’un kalıcı olacağına inandığını, toprağı sahiplenip, temelli, katlı ev yaptığını söylemişti. Gönüller dönüşteydi ama artık geleceğe yatırım başlamış, tüm Hewlêr’i saran modern gelişim zamanına ayak uydurulmaya başlanmıştı. Şimdi o betonerme evin sahipleri neredeler, ne diyorlar? Bir kez daha göç yollarında.

Tüm felçli çocukların, 90’larda köylerden yola düşüldüğünde kucakta taşınanların, tehcir ve soykırımda geride bırakılanların, evlerinde arka odalarda saklananların, ölsün diye dua edilenlerin ya da tüm dünyaya karşı onları korumaya çalışan analarının yaştan gözlerini kurutanların şerefine! Bir taneniz direndi.

Tüm gencecik kadınların, istemeden verilen, onüçünde gelin edilen, hayatını köle geçiren, bir kurşunla gömülen tüm gencecik kadınların canına şimdi de 5000 kayıp karıştı.

Kadın ve çocuktan ibaret değil ebette. Jadaliyya’da Maya Mikdashi Gazze ve sömürgecilik üzerine şahane bir yazı yazmış. Kadın ve çocuk lafının nasılda Ortadoğu’daki -ya da genel olarak hayatı yeterince değerli olmayan her halk içindeki- erkeklerin tamamını öldürülebilir kıldığını anlatıyor. Kadın ve çocuklar öldü, yaralandı, gazlandı, bombalandı, kıyıldı, katledildi. Dünya ancak o zaman başını çevirip bakıyor. Adeta ölen erkeler kurban olamaz, onlar için üzülünemez, yasları tutulamaz, adalet istenemez gibi. Onların isimlerinin yanıbaşında molotof, provakasyon, gösteri, roketatar. Yani direnişte ve ölümde bile bir cinsiyet rejimi var. Oysa mesela Licê’de sokakta ne çok kadın var. Gazze’de ölen ne çok erkek. Mikdashi’nin dediği gibi çünkü saldırılar erkeklere ya da kadınlara değil halklara yapılıyor.

Batılı devletler İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler’i kurdular. BM insan haklarını temel alan ancak devletlere dayanan bir yapı olarak tasarlandı. Tam Avrupa’ca bir biçimde. Devlet çıkarları çerçevesinde, insan hakkı derken de insanı önce “beyaz ve erkek” kabul ederek biçimlenen BM artık dünyada hiçbir şeye cevap değil. Latin Amerika kendi büyük kalkışmalarının sonucunda halkları temel alan hakikat ve barış hakkını icat etti. Ortadoğu bir büyük alt üst oluştan daha geçerken, en önemli soru kimin çıkarı, kimin niyeti, kimin planı değil sadece. En önemli soru peki ya bundan sonra, hangi kurumlar halkların güvenliğini ve öz savunmasını sağlayacak? Bu kurumların dayandığı kavramlar ne olacak ve bu kurumları kurmak ve hukuki statüye kavuşturmak için ne gibi strateji ve taktikler belirlenecek? Tüm halklar tüm kadınlar tüm erkekler ve tüm çocuklar için.
22. 08. 2014 – öZGüR GüNDEM