HAYRİ KOZANOĞLU: SOKAKLA EKRAN ARASINDA SIKIŞMAK (10. 06. 2014)

271

2014 Dünya Kupası Perşembe günü Brezilya-Hırvatistan maçıyla başlıyor.
Futbolseverler her dört yılda bir tekrarlanan 64 maçlık bu şöleni iple çekerler. Üstelik 1950’den beri ilk kez ev sahipliğini futbol kültürünün beşiği, Pelelerin, Garinçaların, Didilerin, Zicoların ülkesi Brezilya’nın yapması kupaya ayrı bir anlam katıyor. Ne var ki, bu kez maçları katıksız bir heves ve heyecanla izleyemeyeceğiz. çünkü Brezilya halkının büyük kısmı, kendi ceplerinden büyük paralar saçılarak düzenlenen bu organizasyona karşılar. Haklı olarak 11 milyar dolarlık bütçenin eğitime, sağlığa, toplu konut ve ulaşıma harcanmasını talep ediyorlar.
Brezilya gerek 2011 milyonluk nüfusu, gerekse yüzölçümüyle dünyanın beşinci büyük ülkesi. Ekonomisi de, beşincilik kürsüsü için Fransa ve İngiltere’yle rekabet içerisinde. Bilindiği gibi ülke Rusya, Hindistan ve çin’le birlikte BRIC tabir edilen yükselen ülkeler grubunun içerisinde anılıyor. Zaten 2014 Dünya Kupası ve 2016 Olimpiyatları’nı düzenlemesi Brezilya’nın dünya sahnesine iddialı bir aktör olarak çıkışını sembolize ediyor.
Brezilya 2002 yılından bu yana Emekçiler Partisi tarafında yönetiliyor. Hatırlanırsa mavi yakalı işçi kökenli sendikacı Lula da Silva dördüncü girişiminde “kaybedenler koalisyonunun” temsilcisi sıfatıyla başkanlık koltuğuna oturdu ve 2010’a kadar görevini sürdürdü. Kaybedenler derken, neoliberal uygulamalardan yaşamı ve çıkarı zarar gören, örgütlü işçi sınıfının yanı sıra, yerli burjuvazi, kayıt dışı proleterya ve orta sınıfların büyük bölümünü içeren bir ittifaktan söz ediyoruz.
Hatırlanırsa, Lula’dan önceki başkan, Bağımlılık Okulu’na teorik katkılarda bulunacak kalibrede bir isim, Marksist geçmişli sosyolog Henrique Cardoso’ydu. Gelgelelim neoliberal rüzgarlara yelken açmış, ardı ardına patlayan krizlerin yarattığı karamsarlık ortamında ülkenin Kemal Derviş’in rolünü oymaya aday olmuş, katı bir istikrar programı uygulamıştı.
Tripod adı verilen makroekonomik politika, bizim de aşina olduğumuz enflasyon hedeflemesi, dalgalı döviz kuru ve mali disiplin ayakları üzerinde yükseliyordu. Lula bir taraftan “değişim ruhunun” temsilcisi olarak algılanırken, diğer taraftan ekonomik reçeteye sadık kalacağı sözünü verdi. Zaten parlamentoda elinin gevşek bir koalisyona mecbur olması manevra kabiliyetini daraltıyordu. Asgari ücret iki yıl için donduruldu, yıllardır bekleyen sosyal güvenlik yasası Kongre’den geçti, faiz dışı fazla öngörülenin bile üzerinde gerçekleşti.
İlk iki yılda piyasalara güven verir, Wall Street çevrelerince bile “büyük pazarlamacı” sıfatıyla takdire şayan bulunurken, halk desteği hızla düşmeye başladı. İşte o sırada Bolsa Familia adı verilen sosyal refah programı imdada yetişti. AKP’nin de değirmenine su taşıyan elverişli dünya koşulları, dolayısıyla “sıcak paranın” da yardımıyla bir yandan bir yandan hızlı büyüme temposu sağlanırken; öte yandan Bolsa Familia bugünkü 13 milyon aile, 50 milyon yurttaş düzeyine ulaştı. özellikle 2010’da Lula’nın yerine başkan seçilen Dilma Rousseff’le birlikte Emekçiler Partisi’nin orta sınıf desteği erozyona uğrarken, yoksul sınıflar nezdindeki itibarı arttı. çok zengin doğal kaynaklara sahip Brezilya’nın yükselişinde son on yılda emtia fiyatlarının yüksek seyri de belirgin bir rol oynadı. Aslında inşaat ve altyapı yatırımlarına dayalı birikim rejimi de Dünya Kupası, Olimpiyat gibi büyük projelere davetiye çıkardı.
Rousseff, “on yılda 36 milyon kişiyi aşırı yoksulluktan kurtardık, 42 milyon Brezilyalıyı orta sınıf statüsüne yükselttik” iddiasında bulunuyor. Bu istatistiki olarak doğru olabilir. Hatta gelir dağılımı istatistikleri bile belirgin bir düzelmeye işaret ediyor. Ne var ki, Brezilya hala dünyanın en fahiş gelir ve servet dağılımı adaletsizliklerine sahip ülkelerinden birisi. Rio’nun, Sao Paolo’nun yoksulluk sembolü Favela’larında yoksulluk, hukuksuzluk, çocuk fahişeliği dahil sosyal yaralar can acıtırken; tatillerini Karayipler’de geçiren, alışverişini Miami’de gerçekleştiren, Paris’i, LondBilindiği gibi Brezilya da 2013’te, Gezi’nin ardından her zamankinden sıcak bir Haziran yaşamıştı. Sao Poulo’da Bedava Geçiş Hareketi’nin öncülüğünde kamu ulaşım ücretlerine yapılan zammı protestoyla başlayan isyan dalgası tüm ülkeye yayıldı. ra’yı, komşu kapısı yapan zengin, hatta orta üst sınıfların debdebeli yaşamı kayıtsızca sürüyor.

Ekonomik nimetlerden yararlanamayan geniş kitlelerin tepkileri ile, her şeye rağmen sol, emekçi nitelikli bir hükümeti yıpratma, hatta devirme imkanının doğduğunu düşünen sağ çevrelerin fırsatçılığı birbirine karıştı. Zaten sol örgütlerin, sendikaların desteğinin çekilmesiyle hareket sönümlendi.
Şimdi de ilk maçın oynanacağı Sao Poulo’da yaşamı felç eden ulaşım grevi yeni bir isyan dalgasının mayalanmakta olduğunun habercisi. “FIFA standardında hastaneler istiyoruz” “Dünya Kupası benim neyime, sağlık ve eğitim için para istiyorum” sloganlarının tabii ki arkasındayız. Ama korkarım ki, sosyal sorumluluk anlayışım, ekran karşısına oturup maçları keyifle izlemekten beni alıkoyamayacak. Gönlüm de yine, Seleçao tabir edilen Brezilya ulusal takımına kayacak.
Dün gece, popüler kültüre “Bir Alex Değil” sloganını kazandıran sevgili Alex de Souza’yı NTV’de yayınlanan “Yüzde Yüz Futbol” programında izledikten sonra, Brezilyalıların futbol sevgisi, tutkusu ve yeteneğini saha dışında da akıl, bilgi ve bilgelikle harmanlayabileceğine olan inancım arttı.
İsteyenler “topu taca attı” diyebilir; ben yine de “sözü yetkiyi kararı Brezilyalılar’a devredeyim…
10. 06. 2014 – BİRGÜN