FİKRET BAŞKAYA İLE KORKUT BORATAV SÖYLEŞİSİ

214

Fikret Başkaya:
Şimdilerde Türkiye ekonomisiyle ilgili olarak içerde “orta gelir tuzağına” takılmaktan, dışarda da “eş-dost kapitalizminden” (crony capitalism) çok söz ediliyor. Tuzak kendiliğinden kurulan bir şey olmadığına, her zaman birileri tarafından kurulduğuna göre, siz bu söylem hakkında ne düşünüyorsunuz. Aslında bu “şeyleri adıyla çağırmamak” için yapılan ideolojik bir dalavere değil mi?
Korkut Boratav:
İki terminolojik saptırma açısından tamamen sana katılıyorum. “Orta gelir tuzağı”, aslında kaynakları Marksist gelenekte yer alan; ancak, “kalkınma iktisadı” yazınına Arthur Lewis tarafından sokulan bir savın, yeni baştan dolaşıma girmesidir: Kapitalist bir ekonomi, emek rezervlerini tükettiği zaman, sadece sermaye birikim oranı ile sürüklenebilen “yaygın” büyüme biçimini geride bırakır; teknik ve teknolojik ilerlemenin sınırlarında dolaşmaya başlar.
Bu yaklaşımı yeni baştan ve tamamen farklı bir söylemle ortaya atanlar, sözü geçen durumun Türkiye için geçerli olmadığını da farketmiyorlar: Tarım sektöründe istihdam ile milli gelir payları arasındaki astronomik makas; işgücüne katılma oranının “olgun” kapitalist ekonomilerdekine göre 15
puan geride seyretmesi; genç nüfus için bu durumun daha da geri olması, ülkemizde âtıl emek rezervlerinin hâlâ çarpıcı boyutlarda varlığını gösteriyor. Sermaye birikim oranını bir türlü yükseltemeyen; üstelik tasarrufları aşındığı için giderek artan dış bağımlılığa sürüklenen;
bu yüzden
büyüme potansiyeli gerileyen bir durum, “orta gelir tuzağı” söylemiyle kaçınılmaz gösterilmektedir.
“Eş-dost kapitalizmi” ise, yine Marksist yazının önermelerinden birinin yozlaşmış halidir.
Kapitalist devlet, esas olarak
ekonomiye egemen olan sınıfın, yani kapitalistlerin denetimindedir; dolayısıyla devlet aygıtından kaynaklanan tüm kararlar, örneğin iktisat politikaları da ilke olarak burjuvazi tarafından belirlenir. Kapitalizm olgunlaştıkça, sermayenin ortak ve genel çıkarları (toplumsal ve siyasal kısıtlar da dikkate alınarak) belirleyici olur. Kapitalizmin erken aşamalarında, egemen sınıfların
güçlü ve/veya yükselen katmanlarının (toprak oligarşisi, ticari ve sınai burjuvaziler gibi) ağırlığı vardır. Sistemin doğuş, ilkel aşamalarında ise, bir
anlamda
“vahşi Batı” kuralları geçerlidir; örneğin sürü sahiplerinin silah gücü, toprak sahiplerine söz geçirebilir. Marksist sosyal bilimciler bu aşamaları ve süreçleri ülkeler düzleminde ve genel olarak çözümlemişlerdir. Şimdi başta Dünya Bankası olmak üzere neo-liberaller, çevre kapitalizmlerine özgü kimi farklılaşmaları, örneğin Doğu Asya veya Sovyet sisteminin yıkılması sonrasında oluşan (ve bizzat metropol sermayesinin katkı yaptığı) kapkaççı ve/veya ilkel servet biriktirme, el koyma biçimlerini, yeni terimler uydurarak betimlemeye çalışıyorlar.
Fikret Başkaya:
Bu günkü durum, 1980’de “24 Ocak Kararlarıyla” benimsenen modelin doğal bir sonucu değil mi? 12 Eylül askeri darbesiyle asıl rotasına oturtulan, işte “dışa açılma”, “ihracat öncülüğünde büyüme” denilen aslında kompradorlaşma
tercihi yapmak demek değil miydi? Eğer öyleyse bu günkü tablo kompradorlaşma tercihinin
doğal sonucu değil mi?
Korkut Boratva:
Elbette Türkiye’de süreç 24 Ocak 1980’de başladı.
ABD ve İngiltere’deki Reagan-Thatcher dönüşümüyle eş-tarihlidir. Bence artık, kompradorlaşmadan ziyade, sermayenin sınırsız ve kapsamlı tahakkümünü hedefleyen bir karşı saldırıdan söz etmek daha uygundur.
Komprador burjuvazi, genellikle metropol sermayesinin belli öğelerine komisyonculuk yapan bir ilişkiyi içerir. Bugün ise, tekil, hiyerarşik bağıntılar yerine, emperyalizmin tümüne bağımlılık söz konusudur. Emperyalizmin merkezinin kontrolündeki IMF ve DB kurumların yönlendirmeleri, Türkiye gibi ülkeler için belirleyici olmuş; bizim burjuvazilerimiz ise sürece tam destek vermişler; başlangıcına katkı yapmış; sonuçlarına istisnasız teslim olmuşlardır. Kompradorun kendine özgü kimliği bu aşamada bu özellik tarihe karışmış; kesin bir teslimiyet söz konusudur.
Fikret Başkaya:
Aşırı emek ve doğal kaynak sömürüsüne dayalı geçerli model tıkanmış görünüyor, ya emekçi sınıflar kendi tercihlerini dayatacak, ya da mülk sahibi sınıflar emperyalizmle yeni bir “uyum” arayışına girerek yola devam edecek. . . önümüzdeki döneme dair muhtemel gelişmeler hakkında öngörünüz nedir?
Korkut Boratvav:
Mülk sahibi sınıfların emperyalizmle yeni bir uyum arayışına geçmek gibi bir gündemleri olduğunu sanmıyorum. Kesin bir kader birliği vardır. Emperyalizm için problem, mülk sahibi sınıflardaki yenilik arayışlarından değil, Türkiye gibi çevre ekonomilerinde siyasetin (diyelim Erdoğan’ın) kontrol-dışı savrulmalarından kaynaklanabiliyor.
örneğin emperyalizm Mısır’da iktidarın Mübarek, Mursi ve Sisi’ye devredilmesine yol açan süreçleri kontrol edemiyor; ancak her aşamada oluşan iktidarın “oyunun kuralları”na uymasını sağlıyor. Emperyalist odaklar, Türkiye’de de Erdoğan’a göre daha öngörülebilir, daha dengeli
bir kadroyu tercih edebilir; ancak bunu sağlayacak mekanizmalara enerji ve kaynak harcamaktansa, mevcut iktidarların “oyunun temel kuralları” içinde kalmasını sağlayacak etkili araçları kullanmakla yetiniyor.
Fikret Başkaya:
Geçerli üretim/tüketim/ve yaşam tarzından çıkmak artık bir aciliyet arzetmiyor mu? Eğer öyleyse bundan sonra sol muhalefete ne öneriyorsunuz? Halkçı, ekolojik duyarlılığı da içselleştirmiş, sürdürülebilir bir perspektifin koşulları neler olabilir?
Korkut Boratav:
Gezi kalkışması, Türkiye toplumunda
geçerli üretim/tüketim/yaşam tarzını reddeden; kamucu, eşitlikçi, sınırsız özgürlükçü (kısacası “komünist”) bir değer sisteminin tohum halinde var olduğunu; yeşermeye hazır olduğunu gösterdi. Bu çekirdeğin yaşamasında, yeşermeye başlamasında hepimizin (senin ve benim konumlarındaki tüm insanların) sorumlulukları var. Bu sorumluluklar, düşünceler, sanatsal-kültürel üretimler, siyasi örgütlenmeler düzleminde söz konusu olabilir.
üsluplarda, teorik ve tarihsel
yorumlarda, örgütlenme ve mücadele anlayışlarında farklılıklarımızın
fazla üstüne gitmeden, sözünü ettiğim tohumun kurumaması için elimizden geldiği kadar çaba
harcamamız gerekiyor.

04. 06. 2014 – öZGüR üNİVERSİTE