Başbakan,
son 10 yıldır belki de ilk kez savunmaya geçti.
Hep o hamle eder, gündem belirler, çerçeveyi çizerdi; diğerleri ona cevap yetiştirirdi.
İşler ilk kez tersine döndü.
Gündem,
Erdoğan‘dan bağımsız hareket eden, başıboş bir mayına dönüştü. Onu ne zaman, nerede vuracağı belli değil.
Her gece yeni bir dinleme kaydı, sağlam görünen bir urbayı iplik iplik çözerken Başbakan’ın yeni bir açığını ele veriyor.
Ve
Erdoğan, cevap veremiyor:
“Hayır, o ses benim değil. Asla oğlumla
böyle bir konuşma yapmadım. ‘Paraları sıfırla’
diyen ben değilim”
diyemiyor.
Telefonda “Tamamen sıfırlandı mı”
diye soran kısık sesi izah edemedikçe, meydanlarda yüksek sesle bağırıyor.
O bağırtı, o kısık seste hissettiğimiz suçüstü ürpertisini bastırmaya yetmiyor.
Tersine, “telefondaki kısık ses”in meydandaki her haykırışı, neyi örtmeye çalıştığı sorusunu beraberinde getiriyor.
Başbakan, ilk kez gündem yaratmıyor, gündemden kaçıyor.
***
Ama kaçarken tehlikeli bir şey yapıyor.
“27 Mayıs heyülası”nı hortlatıyor.
Menderes‘in arkasına saklanıyor.
Dün, “çok önemli bir tarihi belge
açıklayacağım” diyerek 27 Mayıs’tan sonra, dönemin Eskişehir Sıkıyönetim Komutanı’nın,
“Hükümet erkânı,
beraberinde 12 uçak dolusu altınla
yurtdışına kaçarken yakalanmıştır”
diyen bir bildiriyi halka dağıttığını iddia etti.
Tarihin dikkate almadığı bir bildiriye halkın dikkatini çekme gayretkeşliğinin tek bir nedeni var:
“Dün Menderes’i soygunculukla
suçladılar, bugün beni suçluyorlar”
demek. . .
Menderes‘i kendine siper ederek telefondaki soygunu perdelemek. . .
***
Bu iddia, bugünkü çürük kokusunu gidermeye yeter mi?
Başbakan’ın oturak yerinde kıl olmakla müftehir kitleler,
“Onu bırak
da niye telefonda oğluna
‘Evde ne var ne yok çıkar’
dedin, onu anlat” demez mi?
“Vurdumduymazlığın bu kadarına
da pes” diye isyan etmez mi?
***
Tarihten biliyoruz ki, etmiyor.
Halkımız, belki otoriteye hürmetinden, belki “Ne olur ne olmaz” korkusundan, Hünkârın gidişinden tamamen emin olmadıkça alkışı, tezahüratı kesmiyor. Lakin devrildiği saat, heykelinin üzerinde zıplamak için meydanlara doluyor.
Şark’ta işler biraz böyle yürüyor.
Madem
Başbakan, DP döneminden dem vurdu; biz de o dönemden bir örnek verelim. Kendisine
Menderes‘in gözde bakanlarından
Samet Ağaoğlu‘nun “Yassıada Günlükleri”ni (Gülay Sarıçoban, Yapı Kredi Y, 2013) okumasını tavsiye edelim.
Ağaoğlu, Başbakan’ı
“uçuran”
o alkışların, o övgülerin, o tezahüratın nasıl kandırmaca olduğunu, nasıl bir anda tersine dönebildiğini, bugün “Dik dur” diye gaz verenlerin, devrildikten sonra nasıl
“Biz onu uyarmıştık”
diye yan çizdiklerini,
“içeriden” gözlemlerle anlatıyor.
Kitaptan bir bölümü aktarırken bayat sıkıyönetim bildirilerinden ziyade, ibretlik tanıklıklara itibar edilmesinin, kişi ve ülke sağlığı açısından daha anlamlı olduğunu belirtmek istiyorum.
SAMET AĞAOĞLU’NUN KİTABINDAN
Nerede Hayranların?
“Vekiller onun (Menderes’in) sözlerini hayranlıkla dinledikleri, alkışladıkları, en ufak bir itiraz yapmadıkları halde şimdi (Yassıada’da) ‘Bizim haberimiz yok’
diye kekeliyorlar.
Menderes
iktidarda ‘Bütün şerefler benimdir’
diye kükrüyordu. O halde neden bugün
‘Bütün mesuliyetler benimdir’
diyemiyor?
‘çok güzel yapmışsınız, hayran olduk’
diyenler neden şimdi,
‘O yaptı, biz de tasvip ettik’
demek cesaretini gösteremiyor? İşte Şark burada kendini gösteriyor. Ah melun Şark! Ah bu Şark’ta politika yapmak! Seni düşmanların değil, dostların yiyor!”
28. 02. 2014 – CUMHURİYET