“Cemaatte çatlak nasıl gelişti, bilemem. Bildiğim tekşey, din ile siyasetin bir arada yürümediği. Siyasette kabul gören araçlar, dinde kabul edilemezler. Tevekkeli değil, adamlar yüzyıllar önce ayırmışlar. Laikliğin nasıl bir ihtiyacın sonucu doğduğunu yeni yeni anlıyoruz. Belki, hiç de hayırhah görünmeyen bu süreç bize bir şeyler öğretiyor” (Ayşe Böhürler Sordu Alev Alatlı cevapladı: “Hoca artık bilge değil”, Yeni Şafak, 20 Ocak).
Bu sözlerin önemi, sadece Alev Alatlı’ya ait olmasından değil, daha çok Yeni Şafak’ta yayınlanmış olmasından geliyor; yani, sansüre uğramadan.
“Bir musibet, bin nasihate evladır” denir. Hukukun yerini, çoğunluk partisinin keyfince yönetimine bıraktığı bir ülkede yurttaş, kendini tam bir “hukukî güvensizlik” ortamında hissediyor. Bu ortamın hukukçular açısından anlamı daha ağır: Utanç! Bu utanç, “lâik hukuk” düzenine değer kazandırabilir mi?
Cumhuriyet’in değerler yönünden en büyük kazanımı olan lâiklik, kurumsal ve normatif olmak üzere iki ana dayanakla işlevsellik kazandı: TBMM ve hukuk.
TBMM, hukuk kurallarını din değil, dünyevilik gereklerince koyar. Yürütme, kuralları aynı doğrultuda uygular. Bu bakımdan, sürekli eleştirilen 1982 Anayasası’nın, “dinin siyasete alet edilmesi”ni yasaklayan kuralı pek anlamlı: “Devletin… düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma… dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar” etmeme.
Aslında, Cumhuriyet’in niteliği olan lâiklik (md. 2), hiçbir dini resmen tanımama (olumsuz) ve hangi dine mensup olursa olsun, dine inananların ibadet özgürlüğünü ve inanmama özgürlüğünü güvence altına alma (olumlu) şeklindeki tanımıyla anayasal çerçeveye de sahip.
Ne var ki, üç yasama dönemine yayılan AK Parti çoğunluğu ve Hükûmetleri, anayasal fren ve denge mekanizmalarını en aza indirebildiği ölçüde, adı geçen Anayasa hükümlerini “askıya aldı”. Sürecin “resmî” sacayağı: Yasama (MHP desteği), yürütme (CB kolaylaştırıcılığı), yargı (AYM onayı).
Hal böyle olunca, bilgi ve liyakat temelinde eşitlik ilkesi gereğince objektif şekilde devşirilmesi gereken memurlar ve diğer kamu görevlileri için “Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlü”lük hükmü de (md. 129) askıya alınmış oldu. Bunu, Başbakan ve Bakanları sürekli itiraf etmekte. Mahkemelerin bağımsızlığına ilişkin hükmün (md. 138) çöktüğünü de, zaten TBMM Başkanı ilân etti…
Anayasa’nın amir hükümleri ve bunlar doğrultusunda oluşturulan mevzuat yerine, “din ve mezhep bağları” belirleyici oldu. Millî görüş (ve İmam-Hatip formasyonu) ve Gülen Cemaati ekseni, “bilgi, uzmanlık ve liyakat”ın yerini aldı.
Anayasa hükümlerini askıya alanlar, Cumhuriyet’in kazanımlarını değersizleştirip Osmanlı mirasını yüceltirken, şu ikili çelişkiyi de ifşa etmiş oldu:
– Temelleri Tanzimat döneminde atılan lâiklik, 2. Meşrutiyet’te kök saldı. Cumhuriyet ise, onu genişletti ve derinleştirdi (bir).
– Milli görüş ve Cemaat ittifakının iktidar olmasına, “insan haklarına dayanan demokratik Cumhuriyet” olanak tanıdı (iki).
Ne var ki, her iki cephe, hem Osmanlı mirasını reddetti; hem de Cumhuriyet’in kazanımlarını yağmaladı; dine ve samimi dindarlara verdikleri zarar ise cabası…
“İktidar bozar; mutlak iktidar ise mutlaka bozar” (L. Acton): Evet, “güçlü koalisyon”, bozdu, çürüttü ve -C. Çiçek’in dediği gibi- anayasal sistemi çökertti. Koalisyonun sona ermesiyle günışığına çıkan rüşvet ve yolsuzluğu, demokratik yöntemle ve hukuk yoluyla giderme yerine, bunlara tamamen yabancı bir yola girildi.
Bir yandan, yolsuzluk dosyalarını kapatmak ve yenilerini açtırmamak; öte yandan, bunları açan ve açmak isteyenleri tasfiye için “çete yöntemi” kullanmaya başladı. Haliyle, yolsuzluğun hesabı sorulamayacak: Demokrasinin hesap sorulabilir rejim olduğu kabul edilmeyecek. Eğer gerçekten “darbe yapan” bir koalisyon ortağı varsa, buna hukukî yaptırım uygulanamayacak…
AKP Hükümetleri, hep darbecileri yargılamakla övündü: 28 Şubat ve 12 Eylül, bunun tipik örnekleri… Ergenekon ve Balyoz davaları, “derin devlet”le hesaplaşma ve “darbe teşebbüsü”nü yargılama süreci değil mi? O halde, “çeteci Cemaat” mensuplarını yargılamaktan neden kaçınıyor? Bizzat yarattığı için yüzleşme korkusundan mı; yoksa, “inanca dayalı oluşum ve yapılanma”ya dünyevî hukuku uygulamak istemediğinden mi?
Sonuç; din ve siyaset bir arada yürümüyor, fakat ikisinin iç içe geçtiği dönemlerde bir şeyler “gayet iyi yürüyor”: çete-çürümüşlük. Eğer bu kirlenme, lâikliğin anlam ve önemini gündeme çıkarabilirse ve dünyevî hukukun uygulanması için vesile oluşturabilirse, “musibet” hayırlı olabilir.
23.01.2014 – BİRGÜN