Geçtiğimiz haftanın emekçiler açısından en önemli konuları kuşkusuz, memur ve emekli maaşlarına yapılan zamlar, Katma Değer Vergisi oranlarının 2’şer puan artırılarak sırasıyla yüzde 10 ve yüzde 20’ye yükseltilmesi, bu yıl hali hazırda yüzde 61 oranında artırılmış olan Motorlu Taşıtlar Vergisinin iki kat olarak alınmasına karar verilmesi ve Meclis’e gelen 1,119 trilyon TL’lik ek bütçe kanun teklifi idi.
Diğer taraftan memur ve emekli maaş zamları hesaplanırken TÜİK’in 6 aylık TÜFE hesaplaması olan yüzde 17,55 esas alındı. Memurlara ilave olarak seyyanen 8,077 TL’lik bir artış yapılırken, emekliler bundan mahrum bırakıldı ve onlara yapılan zam yüzde 25 ile sınırlı tutuldu.
Önümüzde ise gelecek yıl geçerli olacak kamu emekçilerinin ücret artışlarının görüşüleceği bir toplu iş sözleşmesi dönemi var.
Memur ve emekli ücretlerine yapılan zamlar yeni vergiler ve enflasyonla geri alınıyor
Memur ve emeklilere yapılan sınırlı zamlar, bir yandan hali hazırda çalışmakta olan toplamda 19 milyona yakın işçi ve memur arasındaki eşitsizlikleri artırırken, diğer yandan sayıları 16 milyonu aşan emekliler açısından büyük bir haksızlık oluşturuyor. Aslında siyasal iktidar bu yolla işçi ve emekçi sınıfları da bilinçli bir biçimde bölerek onların birlikte mücadelelerinin önünü kesmeye çalışıyor.
Ancak yapılan bu zamların açıklanan vergi artışlarıyla ve yılın geri kalan kısmında artmasına kesin gözüyle bakılan enflasyonla geri alınacak olması, emek örgütlerinin haklı tepkilerine de yol açıyor.
Kaldı ki ek bütçede kamu personelinin ücretlerinde ve SGK primi ödemelerinde her hangi bir artışa gidilmemiş. Bu da yaklaşık 600 milyar TL’lik ilave bir harcama yapılacağını ve bunun da yeni vergilerle karşılanacağını gösteriyor. Kısaca yeni vergi artışları ve elektrik, su, ulaştırma gibi hizmetlere yapılacak zamlar kapıda bekliyor.
Yandaş sendikalar ücret zamlarından memnun
Ayrıca bir gerçek daha var, o da iktidarın yanında yer alan memur sendikalarının ve bunlara üye memurların önemli bir bölümünün yapılan bu zamlardan rahatsızlık duymamaları, hatta memnun olmaları. Zira ilk bakışta (gerçek enflasyon oranı dikkate alınmadığında), en düşük memur maaşının yüzde 86 oranında artırılarak 22 bin TL’ye yükseltilmesi de dahil olmak üzere memurlara yapılan zamlar nominal olarak oldukça yüksek görünüyor.
Böyle bir yanılsamanın nedeni zam oranlarının önceki yıllara göre yüksek olması ama asıl olarak da enflasyon oranının bilinçli bir biçimde düşük gösterilmesi. Böyle olunca da yapılan zamlarla “sizi enflasyona ezdirmedik” sözü tabanda karşılık bulabiliyor.
Enflasyon hesabı yanlış, maaş zammı yetersiz
Oysa ne TÜİK’in enflasyon hesabı doğru ne de yapılan maaş zamları yeterli. Öncelikle, ENAG’ın enflasyon rakamları TÜİK’in rakamlarının en az 2,5 katı büyüklüğünde. Hatta bir patronlar örgütü olan İstanbul Ticaret Odası bile İstanbul için yıllık enflasyon oranını (İstanbul Ücretliler Geçinme İndeksi) yüzde 55,2 olarak açıkladı. Yani yapılan zamlara rağmen, Yoksulluk Sınırının üzerine bir türlü çıkamamayı bir kenara bırakın, reel ücretlerimiz ekside kaldı.
Bu yüzden de, yüksek enflasyon ve son KDV artışları karşısında bu sözde maaş artışları bir iki ay içinde eriyecektir. Bunun için “ekonomist” olmaya da gerek yok, son bir yıl içinde asgari ücrete yüzde 80’in üzerinde zam yapılmış olmasına rağmen işçilerin durumlarının iyileşmediğini, hatta daha da kötüleşerek açlık sınırının biraz üstünde bir gelir ile geçinmek durumunda kaldıklarını bilmek yeterli.
Neden toplumsal bir tepki yok?
Normal koşullar altında iktidar blokunun bu emekçi karşıtı ücret ve gelir politikalarına büyük tepkilerin oluşması beklenir. Ancak ülkede, bir yandan demokratik hak ve özgürlüklerin iyice kısıtlanmasının yanı sıra işçi haklarının da fiilen ortadan kaldırılmış olması, diğer yandan da işçilerin ağır bir ideolojik saldırı altında bırakılarak, kendilerini “yurttaş” ve “işçi sınıfının bir üyesi” olarak görmek yerine, sıradan bir “birey” ya da “tebaa” gibi görmeleri böyle örgütlü tepkilerin ortaya çıkmasını önlüyor.
Bu yüzden de iktidar asgari ücrete zam yapıldığı ya da memurların toplu iş sözleşmesinin yapıldığı dönemlerde, emekçilerin ekonomik hakları için verdikleri mücadeleyi göstermelik toplantılarla savuşturabiliyor ve sonuç olarak da adeta emekçilere bir “lütuf” ya da “iyilik” yapmış gibi sunarak ücret ve maaş zamlarını istediği düzeyde tutabiliyor. Yandaş sendikalar da bu oyunun bir parçası olmaktan rahatsız olmuyorlar, hatta bu sendikaların yöneticileri bu sayede işçilerin gözünde kendi konumlarını da koruyorlar.
Ana akım muhalefet partilerinin ise bir iki basın açıklaması yapmak dışında bu oyuna gerçek bir tepkileri olmuyor. Örneğin emekçileri haklarını savunmak için protesto gösterileri yapma ya da iş bırakma ve grev gibi eylemliliklerde bulunmaya cesaretlendirmekten kaçınıyorlar zira bu eylemleri sermaye düzeni için tehlikeli buluyorlar.
Din insanlarının ve emekçilerin ödediği vergilerden oluşan bütçeden aldığı büyük payla tartışılan Diyanet’in ise şu ana kadar emeğin ve emekçilerin yanında yer aldığına pek rastlanmadığı gibi, bu kesimler yaptıkları açıklamalarda sıklıkla işçilerin grev ve direniş gibi eylemlerde bulunmalarının yanlış ve “günah” olduğundan söz edebiliyorlar.
Burjuva iktisadı oyunun ideolojik arka planını oluşturuyor
İşin bir diğer ayağında ise iktisat teorileri var. Öyle ki işçilerin haklarını aramaları ve örneğin ücret artışları için verdikleri mücadeleler (gösteri yapma, iş yavaşlatma ya da bırakma ve grev gibi) burjuva iktisat teorilerince, bilimsel kılıflar altında, işe yaramayacağı, hatta işsizliği artıracağı gibi gerekçelerle mahkûm edilmeye çalışılıyor. Bu teoriler oldukça etkili zira yalnızca üniversitelerde öğretilmiyor aynı zamanda da siyasette ve ekonomi bürokrasisinde de yol gösterici oluyor.
Bir başka anlatımla, meseleleri sınıfsal mücadele bağlamında ele almayan burjuva iktisat teorilerinin emek-sermaye çatışmasına öz itibariyle statükodan, dolayısıyla da sermaye sınıfından yana bir bakışı söz konusu.
Örneğin kapitalist sistemde işçilerle patronların fiilen eşit güçlere sahip oldukları gibi yanlış bir varsayıma sığındıklarından, piyasa mekanizması içinde işçilerin yürütecekleri toplu sözleşme görüşmeleriyle yüksek ücretler talep ederek reel ücretlerini koruyabilecekleri görüşünü savunurlar. Böyle olunca da kapitalist sistemi değiştirmeye gerek kalmayacak, mesele işçi örgütleri ve patronlar arasındaki müzakereler yoluyla çözümlenebilecektir.
Burjuva iktisadının meseleyi nasıl ele aldığını bir model üzerinden anlatmaya çalışalım.
İnkâr edilen “sosyal sınıflar” ve “devlet” gerçeği
Öncelikle, burjuva iktisadının iktisadi olayları sadece iktisadi faktörlerle ve araçlarla açıklamakla yetindiğinin altını çizelim. Yani analizlerinde sınıflar arası mücadele veya devletin rolü ya da ideolojilerin etkileri gibi hususlara yer vermezler.
Olayları açıklamakta kullandıkları iktisadi modeller ve bunların dayandığı varsayımlar genellikle çürüktür çünkü gerçeklerden kopuktur. Bu yüzden ekonomik krizleri öngörmekte sıklıkla yanıldıkları gibi, krizlerden çıkış için doğru önlemler öneremezler ve genelde de uygulamada krizlerin faturası emekçilere ödettirilir.
“Rasyonel politikalar” olarak adlandırdıkları politikalar ise aslında rasyonel de, tarafsız da değildir. Bugünlerde yapılan vergi artışlarının, KKM ödemesi sorumluluğunun Hazine’den alınıp Merkez Bankası’na verilmesi (emisyon ve enflasyon artışıyla sonuçlanacağı için) bunun en somut örneğidir.
Biz de yazımızın geri kalan kısmında, böyle bir iktisat ekolünün yaygın olarak başvurduğu bir modeli kullanarak, “emekçilerin bir süre sonra reel ücretlerinin azaldığının farkına vararak, izlenmekte olan ekonomi politikalarına itiraz edip etmeyecekleri ve bu itirazın nasıl sonuçlanacağı” sorularının yanıtlarını arayacağız.
“Rasyonel Beklentiler” Yaklaşımı
Ana akım burjuva iktisadı içinde çok sayıda makroekonomi yaklaşımı var. Bunların geçtiğimiz yüzyılda en etkili olanlarından biri kuşkusuz Keynesyen Makroekonomi Yaklaşımıydı. Ancak 1970’lerin ortalarından itibaren bu yaklaşımın, özellikle de stagflasyon karşısında çaresiz kalması gibi bazı nedenlerden dolayı gözden düşmesi, onun yerini Rasyonel Beklentiler Yaklaşımının almasına neden oldu. Özellikle de 1980 ve 1990’larda (neo liberal dönemde) oldukça etkili bu yaklaşım Lucas, Barro, Sargent, Phelps, ve Grey gibi bir kısmı da Nobel ödüllü iktisatçılarca temsil ediliyor.
Bu yaklaşıma göre, bir ekonomideki aktörler “homo economicus” olmanın da gereği olarak, gelecekle ilgili beklentilerini ön planda tutarak uzun vadeli faydalarını maksimize etme peşindedirler. Bu yüzden de, “ekonomik aktörlerin rasyonel beklentilerini olumsuz yönde etkilediği için”, devletçe uygulanan maliye ve para politikaları gibi müdahalelere izin verilmemelidir.
Yaklaşım böyle müdahalelerin ya da politikaların ekonomiyi sadece kısa vadede büyütebileceğini ancak uzun vadede bu büyümenin duracağını, istihdamın artmayacağını, işsizliğin azalmayacağını, sadece enflasyonun artacağını ileri sürer. Bunu yaparken de “asimetrik bilgi” kavramını modelinde temel analiz aracı olarak kullanır.
“Asimetrik Bilgi”
Özetle, Rasyonel Beklentiler Modeline göre; patronların ve işçilerin nominal ücret artışları ve tüketici fiyat artışları (TÜFE/enflasyon) konusundaki bilgileri asimetriktir (aynı değildir).
Öyle ki patronlar, hem karar alıcılar olarak piyasaların bizzat içinde oldukları için, hem kendi örgütleri aracılığıyla hem de devlet bürokrasisi ve akademi ile yakın ilişkileri sayesinde nominal ücretlerin durumunu da, enflasyonun gerçekte ne düzeyde olduğunu da (dolayısıyla da reel ücretlerin düzeyini) çok iyi bilirler. Nitekim İTO’nun yıllık enflasyonunun TÜİK’in rakamının 17 puan üzerinde olması bu iddiayı destekler niteliktedir.
İşçiler, emekçiler ise karar alma mekanizmasının dışında bırakılıp sadece edilgen bir üretim faktörü gibi görüldüklerinden ve Türkiye’de olduğu gibi büyük ölçüde sınıf sendikası olmayan sarı sendikalarda yer aldıklarından (ayrıca çok büyük bir çoğunluğu iktidar medyasının propagandasının etkisi altında olduğundan) gerçek enflasyon rakamlarının ve reel ücret düzeyinin ne olabileceği konusunda sağlıklı bir bilgiye sahip değildirler. Bu yüzden de “ücret ya da maaşlarına yapılan nominal zamları reel ücret artışları olarak” değerlendirirler.
Patronlar işin farkında
Kısaca, ücretlerin ve tüketici enflasyonunun (TÜFE) gerçek düzeyleri konusunda patronların ve işçilerin bilgisi simetrik (aynı) değildir. Patronlar işin farkında iken (reel ücret artışlarının enflasyonun çok gerisinde kaldığının), işçiler bu durumun farkında değildir.
Bu yüzden de özellikle de, genel ya da yerel seçimler öncesinde ücretlerine ya da maaşlarına yapılan nominal artışları reel artış gibi görürler, bu ücretlerle çalışmaya itiraz etmezler, yani istihdamda kalmaya devam ederler. Bu durum istihdam artışını, bu da ekonomik büyümeyi, milli gelir artışını (Y) beraberinde getirir.
Model
Bu durum bir model çerçevesinde aşağıdaki grafiklerle de açıklanabilir. (1)
Grafik 1: Kısa Dönem/Asimetrik Bilgi Hali
Modele göre süreç şöyle işlemektedir:
- Başlangıçta ekonomide denge Y0 – P0. (P0= 2, W0 = 12 TL) düzeyindedir. İşgücü piyasasında denge ise n0 – Y0 gibi bir resesyon durumunu yansıtmaktadır.
- Ekonomiyi resesyondan çıkartabilmek için hükümet talep yönlü maliye politikaları uygular, böylece toplam talepte bir büyüme gerçekleşir. Yani toplam talep eğrisi (AD0 ), (AD1)’e dönüşür. Bunun ilk sonucu enflasyon artışı biçiminde kendini gösterir ve fiyatlar genel seviyesi, P0 =2’den p1 = 5’e çıkar. Yani enflasyonda yüzde 250’lik bir artış olur. Bu arada nominal işçi ücretleri enflasyon kadar artmaz, örneğin toplu iş sözleşmesi ile (W); W0 = 12’den W1 =15’e çıkar (yani sadece yüzde 25’lik bir artış olur). Özetle işçi ücretleri enflasyon artışının sadece onda biri kadar artmıştır.
- Modele göre patronlar nominal ücretler (W) ve enflasyondaki (P) gelişmelerin ne anlama geldiğini tam olarak bilirler. Oysa işçiler sadece kendi ücret artışlarının bilincinde olup, enflasyondaki bu devasa artışın farkında değildirler, bu yüzden de nominal ücretlerindeki yüzde 25’lik artışı bir kazanım olarak görürler. Bu nedenle de (W1=15) yeni ücret düzeyinde daha fazla işgücü arz ederler.
- Reel ücretlerin düşük kaldığının bilincinde olan patronlar ise daha fazla işgücü talep ederler (çünkü reel ücretler (W0 / P0) = 12/2= 6 TL’ den (W1/p1) = 15/5 = 3 TL’ye gerilemiştir). İşçiler reel ücretin 15/2= 7,5 TL olduğunu düşünürken, patronlar bunun gerçekte 15/5= 3 TL olduğunu bilirler (asimetrik bilgi durumu).
- Böylece işçilerin uğradığı bu yanılsama ile (asimetrik bilgi) artan işgücü arz ve talebi toplam istihdam düzeyini artırır (n0’dann1’e).
- Modele göre, üretim istihdamın bir fonksiyonu olduğundan, istihdam artışı üretim fonksiyonunu artırır ve böylece GSYH büyür (Y0 ’danY1’e çıkar).
- Sonuç olarak, toplam arz eğrisi (AE -AS eğrisi) Keynesyen yaklaşımınkine benzer pozitif yönlü bir arz eğrisine dönüşür. Böylece hükümet, toplam talebi artıran maliye ve para politikası önlemleriyle (enflasyonu artırma pahasına), istidamı artırabilir, işsizliği azaltabilir, ekonomiyi ve kişi başı milli geliri büyütebilir.
Ancak Rasyonel Beklentiler Yaklaşımına göre ekonomideki bu olumlu gelişme sadece kısa dönemde görülebilecek bir durumdur. Çünkü bu gelişme aslında bir yanılsamaya (asimetrik bilgiye) dayanır, yanıltıcıdır. Ekonomi bir süre sonra (örneğin 1 yıl içinde) eski haline döner.
“Uzun dönemde işçiler işin farkına varırlar”
Öyle ki istihdam ve GSYH büyümesini sağlayan bu asimetrik bilgi hali (yani işçilerin enflasyonu tam olarak hesaplayamamalarından dolayı nominal ücret artışını reel ücret artışı gibi algılamaları durumu), enflasyonun yükselmesi karşısında ücretlerinin artık yeterli olmadığı gerçeği ortaya çıkınca, etkisini yitirir.
Özetle, asimetrik bilgi simetrik hale gelir, işçiler de gerçek durumun ne olduğunu kavrarlar. Bu da işçilerin yeni toplu sözleşme döneminde, reel ücretlerini koruyacak bir biçimde daha yüksek ücretler talep etmeleriyle sonuçlanır.
Uygulamada reel ücretlerin düşüş halinde olduğu bir gerçektir. Nitekim bu anlatıya uygun bir biçimde, aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, Avrupa Birliği ülkelerindeki işçilerin reel ücretlerinin 2020 yılının ardından düşüşe geçtiği ve 2022 yılında bu düşüşün yüzde 5,2 olduğu görülmektedir. (2)
Kısaca, yeni toplu sözleşme döneminde, işçiler (ya da kamu emekçileri) bu kez nominal ücret olarak 30 TL talep ederler (W1=30 TL). Böylece daha önce 6 TL olan reel ücretlerini (W0 / P0)= 12/2 = 6) korumuş olurlar (W1 / p1 = 30/5 = 6).
Böylece grafikten de görüleceği üzere (3), pozitif eğimli AE-AS toplam arz eğrisi, sıfır esnekliğe sahip RE-AS toplam arz eğrisine dönüşür. Bu, uygulanan genişletici maliye ve para politikalarının uzun dönemde istihdam ve GSYH’yi artırmadığı, sadece enflasyonu artırdığı anlamına gelir.
Grafik 2: Uzun Dönem/Simetrik Bilgi Hali
İki önemli koşul
Ancak bu modelin bu sonuçları üretebilmesi için iki önemli koşulun yerine getirilmesi gerekir:
(i) Enflasyon ile ilgili tam ve doğru bilginin üretilmesi, topluma sunulması ve sadece sermaye kesiminin değil, işçi sendikalarının da bu tam ve doğru bilgiye sahip olmaları. (ii) Nominal ücretlerini enflasyon artışı düzeyinde yükseltme gücüne ve örgütlülüğüne sahip bir işçi sınıfı örgütlülüğünün (gerçek sınıf sendikalarının, emek örgütlerinin) varlığı.
İşte modelin özellikle de azgelişmiş ülkeler açısından geçersizliği bu noktalarda kendisini göstermektedir. Bu yüzden de bu modeli esas alarak Türkiye’deki ne son memur maaşı zamlarını, ne de önümüzdeki toplu iş sözleşmesi döneminde kamu emekçilerinin reel ücretlerinin ne düzeyde olacağını açıklayabilmek mümkündür. Bunun için başka yaklaşımlara başvurmak gerekecektir.
Zira öncelikle, resmi enflasyon rakamları gerçek enflasyon düzeyini yansıtmıyor. Bunun için TÜİK’in verileriyle ENAG’ın verilerini karşılaştırmak yeterlidir. Öyle ki ikisi arasında yüzde 10-15’lik ihmal edilebilecek bir fark değil, yüzde 250’lik (2,5 kat ) ciddi bir fark mevcuttur.
Yani emekçilerin ne doğrudan ne de sendikaları aracılığıyla gerçek enflasyon verilerini elde etmeleri ve toplu iş sözleşmesi süreçlerinde bu gerçeğe uygun olarak nominal ücret artışı talebinde bulunmaları mümkündür.
İkinci olarak, ülkedeki işçi ve memur sendikalarının durumu kelimenin tam anlamıyla iç karartıcıdır. Öyle ki 2019 yılında işçi sendikalarında örgütlü işçi oranı sadece yüzde 9,9’dur (OECD ortalaması yüzde 15,8). (4)
Memurların sendikalaşma oranının (2023 yılında) yüzde 75’e yaklaşmış olması bizi yanıltmamalıdır zira bu memurların yüzde 45,5’i doğrudan iktidar yanlısı bir sendika olan MEMUR-SEN’de, yüzde 26’sı ise öz itibarıyla sağcı bir sendika olan KAMU-SEN’ de örgütlü olup, sadece yüzde 7,7’si bir sınıf sendikası niteliğindeki KESK’te örgütlüdür. (5)
Benzer bir durum toplu pazarlık kapsamındaki işçilerle ilgili olarak mevcuttur. Öyle ki ülkede bir bütün olarak emekçilerin (işçiler ve memurlar) toplu pazarlık sistemindeki kapsanma oranı sadece yüzde % 8,5’tir (OECD ortalaması yüzde 32,1). (6) Yani ülkede her 1,000 işçiden sadece 85’i toplu pazarlık sistemine dâhildir.
Memurların toplu iş sözleşme pazarlığı ise her yıl bir “orta oyunu” biçiminde iktidar ile yetkili konfederasyon olan MEMUR-SEN arasında yapılmaktadır. Grev hakkından yoksun böyle bir toplu pazarlık sisteminin gerçek bir toplu pazarlık olmayacağı da çok açıktır. Bu yüzden de toplu iş sözleşmesi dönemlerinde asıl olarak bu oyunun ifşa edilmesi ve emekten yana alternatiflerin emekçilere anlatılması mücadelesi esas olmalıdır.
Sonuç
Kapitalizmin sınıflı bir toplum olduğunu, bu sistemde sermaye birikiminin asıl kaynağının “artı değer sömürüsü” olduğunu ve sosyal sınıflar arasında bu sömürüyü artırma ya da azaltma mücadelesinin” esas olduğunu reddeden ana akım burjuva iktisat teorileri, işçilerin reel ücretlerinin neden gerilediğini açıklamak ve bunun nasıl telafi edilebileceği konusunda hakiki çözümler üretmek konusunda yetersizdir. Çünkü bu teoriler ciddi defolara sahiptir.
Bu yüzden de, Rasyonel Beklentiler Modelinin öngördüğü gibi, işçilerin, emekçilerin her hangi bir örgütlü mücadeleye girişmeksizin, bir süre sonra sadece yüksek enflasyon konusunda bilgilerini revize ederek daha yüksek nominal ücret zammı talep etmeleriyle reel ücretlerini koruyabilmeleri mümkün değildir.
Bunun için sınıf mücadelesinin, işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesinin devreye girmesi ve bu kesimlerin ekonomik mücadelelerini yükseltmeleri gerekir.
Bu mücadele de devlet de genelde sermaye sınıfının yanında yer aldığından, işçilerin, emekçilerin yürüttükleri ekonomik mücadele aynı zamanda bir politik mücadele ve demokrasi mücadelesi olmak zorundadır. Yani ekonomik mücadele, politik mücadele ve demokrasi mücadelesi ile birlikte (ve kuşkusuz barış mücadelesi ile birlikte) yürütülmelidir.
Bu çerçevede, işçilerin bir süre sonra enflasyonun ve hayat pahalılığının artmasından dolayı kendiliğinden hızlıca bilinçleneceklerini ve yeni ücret artışı mücadelesine girişeceklerini de beklemek gerçekçi olmaz.
Özellikle de “bireyci” olduğu kadar, “siyasal İslamcı, ırkçı ve militarist” ideolojilerle emekçilerin ideolojik bir bombardımana tabi tutulup uyutuldukları otoriter rejimlerin inşa edildiği böyle dönemlerde, kendiliğinden bir sınıfsal bilinçlenmenin gerçekleşmesi beklenmemelidir.
Bu durum da kuşkusuz sosyalistlere (özellikle de emek örgütleri ve halkçı kitle partileri içindekilere), tarihsel bir görevi yani ekonomik/ demokratik, politik mücadele kadar, işçileri, emekçileri bilimsel sosyalist görüşlerle buluşturmayı hedefleyen ideolojik mücadeleyi de yükseltmeleri görevini vermektedir.
Dip notlar:
(1) Farrokh K. Langdana, Macroeconomic Policy, Demystifying Monetary and Fiscal Policy, Third Edition, Springer, 2016, s. 235.
(2) https://www.wsi.de (8 Temmuz 2023).
(3) Langdana, agk. S. 239.
(4) https://stats.oecd.org/index.aspx?DataSetCode (8 Temmuz 2023).
(5) KESK 10. Dönem VII. Genel Meclisi Toplantısı Faaliyet Raporu (9 Temmuz 2023).
(6) https://stats.oecd.org/index.aspx?DataSetCode (8 Temmuz 2023).
12 TEMMUZ 2023
Kaynak: ALTERNATİF AKADEMİ