MUSTAFA DURMUŞ: KURU SERBEST BIRAK, SONRA FAİZİ YÜKSELT, YEREL SEÇİMLERE KADAR DURUMU İDARE ET

308

Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçiminin ertesi günü 1 ABD doları 20,6 TL idi. Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olarak atandığı 3 Haziran’da kur 20,9’a ve sonrasında da 23,50’ye kadar yükseldi. Kısaca bu atama yapıldığından bu yana dolar kuru yüzde 12,4 arttı. Böylece yılbaşından bu yana dolar kurundaki artış yüzde 26 civarında oldu.

Bazı yorumculara göre bu yükseliş “piyasaların bu atamaya verdiği tepkiden” kaynaklanıyordu. Daha ikna edici bir değerlendirme ise “uzun süredir ticari bankalar üzerinden uygulanan bir takım tedbirlerle baskılanan kurun üzerindeki bu baskının kalkması” (bir benzetme ile baraj kapaklarının birden açılması gibi) döviz kurunu hızlıca yükseltti.

İşin doğrusu iktidar açısından, Merkez Bankası faizini veya döviz kurunu yükseltmekten başka çare de yoktu. İktidar, fıtratına uygun bir biçimde,    ihracatçıların taleplerini de gözeterek ikincisini seçti yani artık dağarcığımızdan neredeyse çıkmış olan “devalüasyon” yapmayı tercih etti. Şimdilik faiz artışı yapmadı ama faiz artışının da eli kulağındadır. Diğer yandan eğer Millet İttifakı iktidar olsaydı çok büyük bir ihtimalle öncelik sırasını faiz artışına verecekti.

Yüzeysel değerlendirmeler yanıltıcı olabilir

Bugün Türkiye ekonomisinde neler olup bittiğini anlayabilmek için yüzeysel değerlendirmeler yapmaktan kaçınmak ve ekonominin yapısal sorunlarına odaklanmak, yani öncelikle kapitalizmin bu yüzyılda nasıl bir gelişim içinde olduğunu iyi analiz etmek gerekiyor.

Şöyle ki Türkiye ekonomisi 1950’lerden bu yana küresel kapitalist sisteme göbekten bağımlı ve küresel piyasalara tam entegre olmuş azgelişmiş bir ekonomi konumunda. Ekonominin bu azgelişmişliği onun kapitalizmin genel olarak geçirmekte olduğu değişimden etkilenmediği anlamına gelmiyor. Tam tersine kendi özgül koşullarının da izin verdiği ölçüde, Türkiye ekonomisi küresel kapitalizmin yaşamakta olduğu değişimden fazlasıyla etkileniyor.

Türkiye kapitalizmi son 20 yılda çok hızlı finansallaştı

Kapitalizmin küresel çapta son 40 yılına (özellikle de son 20 yılına) damgasını vuran en önemli olgu ise neoliberalizmin en önemli ayaklarından biri olan finansallaşmadaki hızlı artış. Bu dönemde uygulanan neoliberal deregülasyon ve liberalizasyon politikaları sayesinde para ve kredi piyasaları başta olmak üzere finansal piyasalar devasa ve kontrolsüz bir biçimde büyüdü. Finansallaşma o denli hızlandı ki artık günümüz kapitalizmini “sanayi kapitalizmi “ yerine “finansal kapitalizm” olarak adlandıranların sayısı giderek artıyor.

Örneğin, bazı yazarlara göre finansallaşma biçimindeki bu gelişim kapitalizmin yeni bir uç vermesidir. Onlara göre, artan finansallaşma ile birlikte kapitalist kâr artık üretimden ziyade bireylerin gelirlerine, bankalarca verilen konut kredisi, tüketici kredisi, ihtiyaç kredisi ya da bankacılık işlemleri sırasında alınan yüksek komisyonlar biçiminde el koyarak elde ediliyor. Yani, ücret ve maaş gibi emek gelirlerinin bir kısmı onlardan kredi faizi ya da komisyon biçiminde geri alınarak tekrar borç verilebilir para sermayeye dönüşüyor. Böylece bankalar ve diğer finansal kuruluşlar üretim sürecinde yaratılan kârlardan kendi paylarına düşeni almalarına ilave olarak bireysel tüketiciler üzerinden de yeni kârlar sağlıyorlar. Bu süreç bu tür kârlarla beslenen yeni güç merkezleri ve yeni etki merkezleri biçiminde yeni bir tür kapitalist sınıf katmanı yaratıyor. (1)

Bu gelişimin sonucunda sermaye birikiminin de giderek finansal sektöre kaydığını, finansal rantların giderek ön plana çıktığını, büyük servetlerinse daha ziyade teknoloji ve finans ve onunla dolaylı olarak işbirliği içindeki (inşaat, emlak) gibi sektörlerde biriktiğini söyleyebiliriz.

Ayrıca kapitalizmin finansallaşması sadece özel piyasaların ya da hane halklarının (tüketicilerin) değil, aynı zamanda devletin de giderek finansallaşması anlamına geliyor. Türkiye’de kamu sektörünün biriken iç ve dış borçlarındaki müthiş artış, Kamu Özel İşbirliği Projeleri gibi projeler bunun en somut göstergeleri.

Kredilendirme otoriter faşizan bir rejimin inşası için de kullanılıyor

Finansallaşma olgusunun en önemli boyutlarından biri de kuşkusuz ekonomideki borç stoklarının hızlı artması. Bu aynı zamanda kredi demek olduğundan, ekonomideki kredi hacminin de çok büyüdüğü anlamına geliyor.

Nitekim Türkiye ekonomisinde son 20 yılda, özellikle de 2017 yılından bu yana borç stoklarının/kredi hacminin gösterdiği devasa gelişim çok çarpıcı. Özellikle de Aralık 2021-Nisan 2023 arasındaki 17 ayda yaklaşık 3,6 trilyon TL kredi dağıtıldı ve toplam kredi hacmi 8,9 trilyon TL’yi aştı. (2) Bu kredilerin hacmi 2017 yılında sadece 1,9 trilyon TL idi. Böyle bir kredi büyümesi Türkiye tarihinde ilk kez görülüyor.

Keza hane halkı kredi kullanımında bu yılın Nisan ayındaki yıllık artış oranının yüzde 82,1 ve özel şirketlerin kullandıkları kredilerdeki artış oranının yüzde 50,2 olması da böyle bir gelişimin göstergesi. (3)

Özetle, son zamanlarda dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de krediler ve kredilendirme (bugünün konjonktürü yüzünden krediye erişim zorlaşsa da) toplumu yönetmenin, statükoyu sürdürmenin, halkı biat ettirmenin ve faşizan bir rejim inşa etmenin en temel araçlarından biri haline geldi.

Bu durum bazı iktisatçılar tarafından (iddialı bulunsa da) “kredi faşizmi” olarak adlandırılıyor. Bu yaklaşım, “faşizmi kapitalizm ile devletin tam kaynaşması ve bütünleşmesi” olarak tanımlıyor ve faşizm altında finans kapitalin hegemonyasının mutlak hale geldiğine vurgu yapıyor.

Bu yaklaşıma göre, faşizm farklı kimliklere, kadına, emekçilere olan düşmanlığın ve bu kesimler üzerindeki baskının had safhaya çıkarılmasının yanı sıra, sessiz ve derinden ancak daha etkili bir biçimde işleyen bir kredi sistemi aracılığıyla yerleşiyor. Öyle ki ekonomi hiç olmadığı kadar krediye bağımlı hale geliyor. Çünkü krediler gelirleri düşük tüketicilerin satın alma gücünü ve şirketlerin yatırımlarını sürdürülebilir kılıyor, bu da kapitalizmi ve kapitalist sınıfı zinde tutuyor. Ayrıca iktidarların ekonomi programlarının ve politikalarının sürdürülebilmesine ve iktidara biat ettirmeye de imkân tanıyor. (4)

Merkez bankalarının otoriterleşmedeki rolü

Günümüzde otoriter-faşizan bir rejimin inşasında merkez bankaları da çok önemli bir rol oynuyor. Öyle ki merkez bankaları, ekonomik kriz nedeniyle tehdit altında olan kredi bağımlısı kapitalizme yönelik kredi tahsis mekanizmalarını ele geçiriyor, düşük faizlerle bankacılık sistemine sağladığı ucuz para ile  “son borç verici makam” olarak giderek kredinin toplumsal tabanı haline geliyor. Kapitalizmde kredinin biçimlerini ve koşullarını belirleyen, onu kontrol eden en önemli organa dönüşüyor.

Sistem sürdükçe büyük sermaye, merkez bankası ve devletin kalan bölümü giderek otoriterleşiyor. Bu üçlü adım adım kendi aralarındaki temel bağın, onları bir arada tutan çimentonun krediler olduğunu kavramaya başlıyor. Devasa kredi hacminin enflasyona, borsaların değersizleşmesine, finansal bir kısım servetlerin yitimine neden olabileceğinin farkında olsalar da, acil olarak kapitalizmi içinde bulunduğu krizden çıkartma ihtiyacı bu endişelerin ikinci plana atılmasıyla sonuçlanıyor. Öyle ki bir zamanlar büyük kamu açıklarından yakınanlar, borç stoklarından endişe duyan kapitalistler bu nedenle sessiz kalıyorlar. (5)

Bu yüzden de, Türkiye’de TCMB ve sistemin bir diğer ayağı olan regülatör kurum BDDK başkanlarının ve diğer yöneticilerinin liyakatli olmalarından ziyade, siyasal rejime uygun hareket edecek, muktedirin sözünden çıkmayacak bürokratlardan seçilmesi son derece önemli oluyor.

Acil sıcak para ihtiyacı

Diğer yandan kredilerle toplumu yönetebilmek için bu kredilerin sadece bol olması değil, aynı zamanda düşük faiz biçiminde sunulması, yani cazip de olması gerekiyor.

İşte bu nedenden dolayı, adına “Tek Adam Rejimi” denilen mevcut otokratik sistem düşük faiz politikasını yıllardır (her türlü sosyal ve ekonomik maliyetine rağmen) sürdürüyor. Bugün gelinen nokta itibariyle, yani döviz kurunun yükselmeye devam etmesi, çok yüksek enflasyon ve bir dış borç krizi riski nedeniyle bu politika gözden geçirilmek zorunda kalınsa da, esas itibarıyla uzun vadeli olarak bu stratejiden vazgeçilecek gibi görünmüyor.

Şöyle ki öncelikle yaklaşık dokuz ay sonra yapılacak olan yerel yönetimler seçimlerine kadar iktidar bloku ekonomik büyümeyi (yüksek enflasyon ve yoksullaşma pahasına) riske etmeyecektir. Bunun için de vitrindeki yeni Hazine Bakanı ve TCMB Başkanı aracılığıyla döviz kurunu bir miktar daha yükseltip (örneğin dolar kuru 25-27 oluncaya kadar), ardından Merkez Bankası faizini iki ay içinde iki aşamada yüzde 20-25’e kadar yükseltecektir.

Döviz kuru artarken, faizlerin de yükselmesi iktidarın acil ihtiyaç duyduğu yabancı sıcak parayı sağlamasına yardımcı olabilir (her ne kadar dışarıda faiz artışları sürdüğünden bugünkü dış konjonktür 2003 yılındaki gibi lehte olmasa da).

Böylece yüksek kurdan dövizini bozduran sıcak paracı spekülatörler satın aldıkları TL ile yüksek faiz getiren (sıfır vergili) mevduata, hazine bonolarına ve yükselmekte olan borsaya yatırım yapabilir. Yüksek sıcak para girişi bir süre sonra muktedirin istediği gibi kurun da,  faiz oranının da tekrar düşürülmesini sağlayabilir.

Bu mekanizma kuşkusuz spekülatif yabancı sermayeye ciddi kazanç sağlar zira örneğin bugün TL cinsinden araçlara yatırım yapanlar örneğin 2024 Mart’ında dolar kuru tekrar 20’lerin altına gerilediğinde, ellerindeki yüksek faizle daha da büyümüş olan TL ile dolar satın alırlar ve gelirken getirdiklerinden çok daha fazla miktarda dolar ile evlerine geri dönerler.

İktidar bloku böylece yüksek sıcak para girişi ile olası bir döviz krizini önleyebileceği gibi, dış borç geri ödemeleri ve ithalat yapmak da kolaylaşır. Ayrıca faiz tekrar düşeceğinden siyasal İslamcı rejim verdiği düşük faiz sözüne sadık kalırken, düşük faizden yararlanan sermaye kesimi başta olmak üzere kredi kullananlar mutlu olur.

Sonuç olarak

Bu strateji genelde “mutsuz bir son” ile sonuçlanır. Öyle ki bir süre sonra malum nedenlerden dolayı, belirsizlikler ve ekonomiye olan güvensizlik arttığında, sanal bir bolluk etkisi yaratan spekülatif sıcak para girişi yavaşlar, hatta ülkeden sıcak para hızlıca çıkmaya başlar. Bu olduğunda tekrar başa dönülür, kur ve faizler tekrar yükselir. Kısaca bu kez fatura çok daha ağırlaşır. Biz bu senaryonun gerçekleştiğine defalarca tanık olduk.

Bu oyunda kimler kaybeder? Kuşkusuz bu oyunun içinde olmayanlar, yani doları, avrosu, TL’si olmayanlar, ihracat ya da ithalat yapmayanlar. Kısaca başta emekçiler olmak üzere, toplumun çok büyük bir kesimi bu oyundan yüksek enflasyon ve kurların yükselmesi nedeniyle daha fazla yoksullaşma biçiminde çok zararlı çıkar.

Döviz kurundaki (tek başına) bu yükselişin beklendiği gibi ihracatı daha da ucuzlatıp, ülke ürünlerinin rekabet gücünü ve ihracatı artırmayacağı, dolayısıyla da cari açığı azaltmayacağı, aksine enflasyonu daha da artırıp reel ücretlerin azalmasına yol açacağı da işin cabası.

Özcesi, Mehmet Şimşek’ten rejimin beklediği asıl şey yerel yönetim seçimleri öncesinde, kapitalist dünyadan ekonomiyi rahatlatabilecek büyük çapta bir sıcak para girişi sağlamasıdır. Bunun dışında verilen “reform” sözlerinin ya da “rasyonel zeminde politika yapma” iddialarının gerçekçi bir karşılığı yoktur. Şimşek ve ekibinin, bunca mevcut yapısal soruna el atmaksızın bunu ne ölçüde gerçekleştirebileceğini bekleyip göreceğiz.

Dip notlar:

(1) Costas Lapavitsas, “A New Sort of Financial Crisis”, www. workersliberty.org (14 April 2008).

(2) Aylık bankacılık sektörü verileri (Nisan 2023), https://www.bddk.org.tr//BultenAylik (10 Haziran 2023).

(3) TCMB, Parasal Gelişmeler Raporu, Nisan 2023, https://www.tcmb.gov.tr (31 Mayıs 2023).

(4) Richard D. Wolff,, “The U.S. Is Borrowing Its Way to Fascism”, https://braveneweurope.com ( 11 September 2020).

(5) Agm.

11 HAZİRAN 2023

Kaynak: ALTERNATİF AKADEMİ