Seçim sonrasının en çok sorulan sorularının başında “boş tencerenin neden mevcut iktidarı devirmediği” sorusu geliyor. Özellikle de sosyal ve siyasal gelişmeleri açıklarken indirgemeci bir ekonomik determinizme başvuranlar, ülkede bunca ciddi ekonomik sorun ve derin bir yoksulluk ve adaletsizlik yaşanmasına rağmen iktidarın devrilmemesinin nedenlerini açıklamakta zorlanıyorlar.
Oysa Erdoğan gibi 21 yıldır iktidarda olan otoriter bir liderin seçimle kolayca iktidardan düşürülebileceğini düşünmeleri bir hataydı. Çünkü Erdoğan otoriter bir lider olduğu kadar popülaritesini de (giderek azalsa da) koruyabilen birisi.
Erdoğan popülaritesini nasıl koruyabildi?
Erdoğan gibi otoriter liderlerin konumlarını nasıl muhafaza ettiklerini açıklayabilecek çeşitli teoriler mevcut. Bunlardan biri, “demokratikleşmeyi modernleşme ve ekonomik refahın artışı ile ilişkilendiren” bir yaklaşım.
Buna göre, özetle, insanlar gelirleri ve refahları arttıkça daha etkin biçimlerde temsil edilmek ve sosyal sorumluluk da alarak siyasal karar alma mekanizmasının içinde olmak isterler. Bu durumun tersi de mümkündür. Yani insanlar, ekonomik kriz ya da yüksek enflasyon dönemlerinde reel gelirleri düştükçe, demokratik karar alma mekanizmasına olan inanç ve güvenleri de azaldığından bu zeminlerden çekilirler ve daha net, belirleyici (kapsayıcı olması gerekmiyor) çözümler ve politikalar için otoriter liderlere yönelirler.
Refahları azalan kitleler otoriter rejimlere daha fazla yöneliyor
Bu bağlamda, 2008 küresel finansal krizinin ardından günümüze kadar devam eden küresel çaptaki demokratik gerilemenin ve otoriterleşmedeki artışın, 2008 finansal krizinin emekçi kitlelerin gelirlerinde yol açtığı düşüşten (burjuva demokrasisinden uzaklaşmaya neden olduğundan) kaynaklandığı ileri sürülebilir.
Nitekim dünyada (özellikle de 2008 krizi sonrasında), otoriter ya da faşist rejimlere yönelimin temel nedenlerinden birinin böyle bir gelir yitimi ve demokrasiye olan güven kaybı olduğunu gösteren çok sayıda araştırma mevcut.
Örneğin Freedom House’nin bir araştırmasına göre 2008 finansal krizinden bu yana artan otoriterleşme sonucunda bugün dünyada her 10 kişiden 8’i “kısmen özgür” ya da “hiç özgür olmayan” ülkelerde yaşıyor. (1)
Küresel sermaye otoriterleşmeyi sorun etmiyor
Bu çerçevede bir diğer önemli tespit küresel sermayenin dünyadaki bu otoriterleşme yöneliminden pek de rahatsız olmaması. Öyle ki Dünya Ekonomik Forumu’nun son raporuna göre, önümüzdeki iki yılda “yaşam maliyetlerindeki belirgin artışlar”, 10 yılda ise “iklim değişikliği ile mücadeledeki yetersizlikler” küresel riskler listesinin başında yer alıyor.
Bir başka anlatımla, “önümüzdeki 10 yıl, altta yatan jeopolitik ve ekonomik eğilimlerin yönlendirdiği çevresel ve toplumsal krizlerle karakterize edilecek. “Yaşam maliyeti krizi” önümüzdeki iki yılın en ciddi küresel riski olarak kendini gösteriyor ve bu kriz kısa vadede zirveye çıkıyor. “Biyoçeşitlilik kaybı ve ekosistem çöküşü”, önümüzdeki 10 yılda en hızlı kötüleşen küresel risklerden biri olarak görülüyor ve altı çevresel riskin tümü önümüzdeki 10 yıl içinde ilk 10 risk arasında yer alıyor. “Jeoekonomik çatışmalar” ve “sosyal uyumun ve toplumsal kutuplaşmanın aşınması” dâhil olmak üzere, hem kısa hem de uzun vadede ilk 10 sıralamada dokuz risk ve üst sıralara iki yeni katılan risk yer alıyor: “Yaygın siber suçlar ve siber güvensizlik” ve “büyük ölçekli zorunlu göçler”. (2)
Kısaca, büyük sermaye grupları açısından örneğin yaşam maliyeti krizi ve çevresel sorunlar ilk 10 risk arasında yer alıyor zira bunlar kâr oranlarının düşmesine neden olabilecek ve bu da sermaye birikiminin kârlı biçimde sürdürülebilirliğini aksatabilecektir.
Ciddi kriz dönemlerinde kapitalist sınıf faşizmi destekliyor
Diğer yandan dünyanın seçkinleri küresel çaptaki otoriterleşme eğilimini ya da çağdaş bir faşizmin inşa edilmesini kendileri açısından bir tehlike olarak görmüyorlar. Çünkü son tahlilde otoriter ya da faşist rejimlerde işçi sınıfı ve toplumsal muhalefet tam anlamıyla susturuluyor ve kâr oranları yükseltiliyor. Böylece sistemin ekonomik bir kriz içine girmesi önleniyor.
Bu olgu geçmişte İtalya, Almanya ve İspanya gibi klasik faşizme örnek olarak gösterilen ülkelerde geçerli olduğu gibi, günümüzün Macaristan, Hindistan ve Türkiye’sindeki gibi otoriter ya da otoriterlikten faşizmin inşasına geçmiş ülkelerinde de geçerli bir olgu.
Özetle, klasik faşizm deneyimi yaşamış olan bütün ülkelerde, ülkenin büyük sermayesinin, sanayicilerinin ve finansçılarının yani kapitalist yönetici sınıfın önemli bir yüzdesi para ve diğer maddi ve maddi olmayan desteklerle faşist diktatörleri desteklediler. Çünkü faşizm büyük sanayici ve finans sermayesinin çıkarlarını korumak için dayatılan, en temel haliyle büyük sermaye adına terör uygulama stratejisi üzerine oluşturulan ve sürdürülen bir diktatörlüktür. Bu, faşist rejimlerin inşasının en can alıcı ve ortak noktasıdır.
Faşizmin farklı ülkelerde görünüşte farklı uygulamaları olmasına rağmen sınıf doğası tektir. Bir faşist hareketin retoriği ne içerirse içersin, büyük sermaye her zaman faşizmin destekçisidir ve her zaman bundan yararlanır. Ve faşizm gerçek yüzünü ve niyetini her zaman sahte bir popülizm ve sahte popülist liderlik kisvesi altında gizler. (3)
Krizin sorumlularının ülkeyi krizden çıkartacak güçler olarak görülmesi tuhaflığı
Ülkemizde emekçiler düşük gelirleri, buna karşılık çok yüksek enflasyon yüzünden derin bir yaşam maliyeti krizi yaşıyor. Ayrıca ulusal para birimi TL yabancı paralar karşısında sürekli değer kaybediyor, döviz rezervleri uluslararası takaslar dâhil edildiğinde dahi ilk kez eksiye düşmüş durumda.
Diğer taraftan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bizzat sahiplendiği ekonomi politikaları böyle bir duruma doğrudan katkıda bulunmuş olmasına rağmen, yapılan son seçimler bazı insanların onu hâlâ kendilerini krizden çıkaracak lider olarak gördüklerini ortaya koyuyor.
Öyle ki geçen yılın sonunda yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre, Türkiye’de halkın yüzde 54’ü 2023 yılının genel olarak kendileri için 2022’den daha iyi bir yıl olacağı konusunda iyimserdi. Sadece yüzde 43’ü ise 2023’ün ekonomik olarak 2022’den daha kötü olacağına inanıyordu. (4)
“Yaparsa Reis yapar!”
Bir başka anlatımla, “ekonomik krizden bu ülkeyi çıkartırsa yine Erdoğan çıkartır” biçimindeki AKP seçmenindeki genel kabule uygun bir strateji izleniyor. Seçim sonrası oluşturulan yeni kabinede daha ziyade ortodoks ekonomi politikalarının savunucusu olarak bilinen Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olarak yer alması bunun bir göstergesi.
Kuşkusuz iflas etmek üzere olan bir ekonomide çeşitli sermaye gruplarının taleplerine uygun olarak (sanki yeni bir hikâyesi varmış gibi), M. Şimşek’in adı dayatıldığı gibi, bu atama ile AKP-MHP tabanına, ülkede farklı ekonomi politikaları uygulanması gerekiyorsa (Şimşek’in tabiriyle “rasyonel zeminde”), “bunun için başkasına gerek yok, yaparsa bunu Reis yapar” mesajı verilmiş oluyor.
Belirsizlikler ve muhalefetin çözümsüzlüğü
Otoriter ya da faşist liderlere yönelimin bir diğer nedeni ülkedeki üst düzeye çıkmış olan belirsizlikler ve bunun karşısında demokratik muhalefetin bu belirsizlikleri bertaraf edebilecek belirlilikte çözümler sunamamış olması.
Diğer yandan, yapılan akademik araştırmalar demokrasi ile belirsizlikler arasında tersine çevrilmiş bir U biçiminde ilişkinin mevcut olduğunu gösteriyor. Öyle ki oligarşik ve otokratik rejimlerde belirsizliklerin daha düşük düzeyde olduğu, ancak böyle bir rejimden uzaklaşılıp demokrasiye yaklaşıldıkça belirsizlik düzeyinin arttığı görülüyor (daha sonra orta ve ileri düzeydeki demokrasiye doğru gidildikçe azalsa da). Belirsizlikler ekonomik döngülerle artıyor ya da azalıyor, örneğin resesyonlarda belirsizlikler de artıyor. (5)
Kendisinin, işinin, şirketinin ve bir bütün olarak ekonominin geleceğinin belirsiz olduğu gören ya da bu fikre kapılan insanların, kitlelerin korku ve panik halinde seçimlerde, sözleriyle ve eylemleriyle bu belirsizlikleri ortadan kaldırabileceği ya da azaltacağı algısını yaratan, böylece istikrar sağlayabileceğine inandığı liderlerin ve partilerin peşine takıldığına tanık oluyoruz.
Artan mutsuzluk ve kutuplaştırma siyaseti
AKP’nin iktidarda kalmasının ve Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin bir diğer nedeni, ülke insanının giderek artan mutsuzluğunun iktidar tarafından uygulanan kutuplaştırma politikası ile iktidar bloku lehine manipüle edilmesi.
Son 10 yılda küresel çapta ve Türkiye’de emekçi kitlelerin ve halkların mutsuzluğunun arttığı bir gerçek. Bunun kuşkusuz artan gelir eşitsizlikleri, işsizlik, yoksulluk ve gelecekle ilgili olarak artan ekonomik belirsizlikler biçiminde ekonomik nedenleri olduğu gibi, insan hakları ihlalleri, farklı etnisitelere, kadına, LGBTİ+ bireylere karşı ayrımcılık ve bu kesimlere yönelik şiddetteki artış ve yükselen ırkçılık gibi sosyal ve siyasal nedenleri de var.
Bu konuda OECD tarafından yapılmış olan “OECD Ülkelerinde Yaşam Memnuniyeti” adlı bir çalışmanın bulgularından ve aynı adlı bir endeksten söz etmek gerekiyor.
Yaşam Memnuniyeti Endeksi
Yaşam Memnuniyeti Endeksi, insanların anlık duygularından çok yaşamlarını bir bütün olarak nasıl değerlendirdiklerini ölçüyor. Yaşamla ilgili genel memnuniyetlerini 0’dan (tam memnuniyetsizlik) 10’a (en yüksek memnuniyet) kadar bir ölçekte derecelendirmeleri istendiğinde, OECD ülkelerinde yaşayanlar ortalama olarak buna 6,7 puan veriyor. Bununla birlikte, yaşam memnuniyeti OECD genelinde eşit olarak dağılmıyor. Bazı ülkeler (Kolombiya, Yunanistan, Güney Kore, Portekiz ve Türkiye gibi) 6’nın altında ortalama puanlarla nispeten daha düşük bir genel yaşam memnuniyeti düzeyine sahipler. Ölçeğin diğer ucunda, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, Hollanda ve İsviçre’de puanlar 7,5 veya üzerine çıkıyor.
Türkiye, istihdamda, iş-yaşam dengesinde, eğitimde, sağlıkta, çevre kalitesinde, sosyal ilişkilerde ve yaşam doyumunda ortalamanın oldukça altında performans sergiliyor. Öyle ki yaşamdan genel memnuniyetlerini 0’dan 10’a kadar bir ölçekte derecelendirmeleri istendiğinde, ülkemiz insanı buna sadece ortalama 4,9 puan veriyor. (6)
Mutsuzluk arttıkça otoriter liderlere yönelim de artıyor
Bu noktada asıl çarpıcı olan insanların memnuniyetsizliği (mutsuzluğu) arttıkça otoriter lider ve yönetimlere olan yönelimlerinin de artması ve insanların klasik burjuva demokrasilerinden giderek uzaklaşması.
Yani insanlar, protestolara, intiharlar gibi içe patlamalara ya da en zayıf halka olarak görülen mülteciler gibi gruplara, kadınlara şiddet uygulamaya yöneldikleri gibi, oy verme davranışlarını da radikalleştirerek otoriter, hatta faşist liderlere ve partilere giderek daha fazla oy vermeye başladılar.
Böyle tehlikeli bir yönelimi durdurabilecek yegâne güç dünyanın ve kapitalizmin bu yüzyılda geçirmekte olduğu değişimi dikkate alan yenilenmiş bir sosyalist ideoloji, yenilenmiş politik bir irade ve buna uygun politik-ekonomik örgütlenmeler olabilir. Emperyalizmin, savaşların ve faşizmin küresel çapta tırmanışa geçtiği bu günlerde en fazla eksikliği hissedilen ve acilen inşa edilmesi gereken gücün uluslararası işçi sınıfının merkezinde yer alacağı bir ilerici güç olduğu çok açık.
Sonuç olarak
Bir araştırmacının Türkiye’deki son seçimlerle ilgili olarak yazdığı gibi, Türkiye’de, Hindistan’da ve Brezilya’da seçmenlerin “otoriter -güçlü adama, alternatif olmadığı için oy verdiklerini” söylediklerini giderek daha fazla duyuyoruz. Ancak seçimlerde alternatif bir aday ve bir alternatif anlatı da vardı. Halkın yarısı bunu neden görmedi? Çünkü kutuplaşma, karşıt anlatının içini boşalttı ve onu yok etti. Bu anlatıları uygulanabilir seçenekler olarak görünür kılmak için kutuplaştıran meselelerle uğraşmamız, öncelikle onları çözmemiz gerekiyor. (7)
Özetle, artan mutsuzluk ile artan kutuplaşma arasında sıkı bir bağ var. Otoriter liderler toplumda başarılı bir kutuplaştırma siyaseti yürüttükleri sürece toplumun mutsuzluğunu manipüle edebiliyorlar ve mutsuz insanları peşlerine takabiliyorlar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle bir kutuplaştırma siyasetini bir süredir giderek artan dozda uygulayarak, yaşanmış çok büyük bir deprem ve ciddi bir ekonomik krize rağmen bu gelişmelerden mutsuz olan seçmenin önemli bir kısmını kendi etrafında tutmayı başardı.
Bu nedenle de J. Carville’nin 1992 yılında Başkan Bill Clinton’un seçim kampanyasını yönetirken kullandığı sözün (it is the economy stupid / sebep ekonomi sersem) (8), ülkemizde en azından son seçimlerde geçerli olmadığını söyleyebiliriz.
Bu sözün yerine artık belki de, “bireyin, emekçilerin hayatlarının nasıl yönlendirilmekte olduğu” sorusu çok daha önemli hale geliyor.
Yani S. Demirel’in ünlü sözüne atfen, “boş tencere”, yalanlarla, hayal ürünü fantastik projelerle, çarpıtılmış dini söylemlerle, militarizmle yükseltilmiş milliyetçilikle, güvenlikçi politikalar ve söylemlerle, ırkçılıkla, Kürt ve Alevi düşmanlığı ile doldurulduğu sürece, iktidarı devirmeye yetmiyor.
Dip notlar:
(1) Sarah Repucci and Amy Slipowitz, The Global Expansion of Authoritarian Rule, Freedom in the World 2022, Freedom House, February 2022, s. 4.
(2) https://www.weforum.org/reports/global-risks-report-2023 (11 January 2023).
(3) https://systemicdisorder.wordpress.com/when-does-a-formal-democracy-degenerate-into-fascism (30 May 2023).
(4) https://www.ipsos.com/en/ipsos-global-predictions-2023 (20 December 2022).
(5) https://cepr.org/voxeu/columns/tracking-uncertainty-rapidly-changing-global-economic-outlook (17 December 2022).
(6) https://www.oecdbetterlifeindex.org/topics/life-satisfaction (20 Mayıs 2023).
(7) Shandana Khan Mohmand, https://www.ids.ac.uk/opinions/turkiye-election-result-why-do-people-vote-for-authoritarian-leaders (30 May 2023)
(8) It’s the economy, stupid, https://en.wikipedia.org/wiki/It%27s_the_economy,_stupid (5 Haziran 2023).
7 HAZİRAN 2023
Kaynak: ALTERNATİF AKADEMİ