SGK VI. OLAĞAN GENEL KURULU’NDA GÖRÜŞLERİMİZİ İFADE ETTİK!

467

28 Aralık tarihinde Ankara’da gerçekleşen SGK Genel Kurulu’nda Genel Sekreterimiz Şenol Köksal Konfederasyonumuz adına sosyal güvenlik sistemine ilişkin görüşlerimizi ifade etti. Konuşma metni  aşağıdadır.

Bu kurumun içinden gelen birisi olarak, yani Sosyal Güvenlik Kurumu’nun bir emekçisi olarak yıllardır eksik istihdamla bu koskoca kurumun iş yükünü taşımak için canla başla çalışan değerli mesai arkadaşlarım başta olmak üzere hepinizi Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) adına selamlıyorum.

Hepimizin bildiği gibi sosyal güvenlik hakkı başta İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) 102 sayılı “Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarına İlişkin” Sözleşmesi olmak üzere pek çok belgede temel bir insan hakkı olarak düzenlenmiştir. 

Özellikle son iki yıldır tüm dünyayı sarsan pandemi koşullarında tüm vatandaşların sosyal güvenliğe, sosyal korumaya olan ihtiyacı çok daha yakıcı hale gelmiştir. 

Covid-19 salgını 40 yıllık neoliberal politikaların yıkımını beraberinde getirmiş, insan merkezli sosyal koruma tedbirlerinin kapsamını genişletmiş, sosyal güvenliğe ayrılan kaynakları artırmıştır.

Zengin ülkeler gayrisafi yurt içi hasılalarının (GSYH) ortalama yüzde 17,3’ü kadar nakit harcama ve dolaylı gelir desteği sağlarken, orta gelirli ülkeler GSYH’lerinin yüzde 4,1’i ve yoksul ülkeler ise yüzde 2’si kadar destek sağlamıştır.

Türkiye’nin vatandaşlara dönük COVID-19 harcamaları, sağlık harcaması, nakit harcama ve dolaylı gelir desteği dahil GSYH’sinin yüzde 2,7’si düzeyinde gerçekleşmiştir.  Bu oran Yunanistan’da yüzde 21,1 ve Yeni Zelanda’da yüzde 19,3 olarak gerçekleşmiştir.

Üstelik Türkiye tarafından sağlanan nakit gelir desteğinin büyük bölümü İşsizlik Sigortası Fonu, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu ile “Biz Bize Yeteriz Türkiye’m” isimli kampanyadan karşılanmıştır. Dolayısıyla doğrudan hükümet destekleri çok sınırlı düzeyde kalmıştır.

10,7 milyon nüfusa sahip Yunanistan toplam 38,9 milyar dolar, 4,9 milyon nüfusa sahip Yeni Zelanda 40,4 milyar dolar nakit harcama ve dolaylı gelir desteği sağlarken 84 milyon nüfusa sahip Türkiye yalnızca 19 milyar dolar tutarında ek harcama ve dolaylı gelir desteği sağlamıştır.

Öte yandan Türkiye’de COVID-19’un sosyal ve ekonomik etkileriyle ilgili toplam ekonomik ve mali desteklerin çok büyük bölümü (yüzde 78’i) vatandaşa değil işletmelere, şirketlere ve bankalara sağlanan kolaylıklardan oluşmuştur.

Emekçi kesinlere verilen destek ise çok daha sınırlı kalmıştır.

Buna göre salgın döneminde yaklaşık 7 milyon kayıtlı işçi, iş ve gelir kaybı nedeniyle İŞKUR ödeneklerinden yararlanmıştır. Ancak kayıt dışı çalışanların ezici çoğunluğu gelir desteklerinden yararlanamazken Yaklaşık 2,5 milyon işçi günde 39 TL ile yaşamımı sürdürmek zorunda kalmıştır.

Toplumun yoksul ve güvencesiz kesimlerine dönük sosyal yardımlar kapsamında yaklaşık 8 milyon aileye salgın boyunca sadece 1.000 TL ödeme yapılmıştır. Bunun 2 milyar TL’si ise “Biz bize yeteriz Türkiye’m” kampanyasından toplanırken 6 milyar TL civarında kaynak ise sosyal yardımlaşma ve dayanışma fonu kaynaklarından karşılanmıştır.

Kısacası Neo liberalizmi en katı şekilde uygulayan ülkeler bile pandemi ile birlikte sosyal politikayı yeniden keşfetmiştir. Ancak Türkiye’deki mevcut sosyal güvenlik sistemi ne yazık ki vatandaşların ihtiyaçlarına cevap vermenin uzağında kalmıştır.

Bu durum bir kez daha güçlü bir sosyal güvenlik sisteminin yaşamsal önemini ortaya koymuştur.

Değerli Katılımcılar

Burada ne kadar Türkiye’deki sosyal güvenlik şemsiyesinin 84 milyonu altına aldığı, sistemin reformlarla dönüştürüldüğü iddia edilse de hem çağdaş dünya ile hem iktisadi ve sosyal özellikler bakımından benzer ülkelerle kıyasladığımızda ortaya çıkan tablonun iç açıcı olmadığı görülmektedir.

Nitelim Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 1 Eylül 2021’de yayımladığı Dünya Sosyal Koruma Raporu bu durumu net olarak ortaya koymaktadır.

Öncelikle söz konusu rapor dünya çapında 4,1 milyar insanın yani dünya nüfusunun %53’ünün ulusal sosyal koruma sistemlerinden hiçbir gelir güvencesi elde edemediğini, en temel hak olan sosyal güvenlik hakkından yoksun olduğunu göstermektedir.

Ayrıca “Sosyal Koruma Yol Ayrımında-Daha İyi Geleceği Ararken” başlıklı ILO raporu sosyal güvenlikte devasa bölgesel eşitsizlikler yaşandığını da ortaya koymaktadır.

Buna göre dünyada en geniş sosyal güvenlik kapsamına sahip bölge olan Batı Avrupa’da insanların yüzde 90,4’ü en az bir sosyal yardım kapsamında iken bu oran Asya-Pasifik ülkelerinde yüzde 44’e, Arap Ülkelerinde yüzde 40’a ve Afrika’da yüzde 17,4’e kadar gerilemektedir.

ILO raporuna göre Türkiye’de sosyal güvenlik kapsamındaki nüfus oranı ise yüzde 79,8. Buna göre Türkiye’nin sosyal güvenlik kapsamı dünya ortalamasının üzerinde olmasına karşın, bulunduğu bölgelerin yani Avrupa ve Merkez Asya bölgelerinin ortalamasının altında seyretmektedir.

Öte yandan bilindiği üzere bir sosyal güvenlik sisteminin etkinliği ve niteliği ölçmek için kapsamı tek başına bir ölçü değildir. Sosyal güvenliğin etkinliği ve niteliği daha çok milli gelirden sosyal güvenliğe ayrılan kaynaklarla ölçülmektedir.

ILO raporuna göre sağlık dahil sosyal toplam sosyal koruma harcamalarının GSYH’ye oranına baktığımızda dünya ortalamasının yüzde 18,7’si olduğu görülmektedir.

Söz konusu oran Batı Avrupa ülkelerinde 26,2, Amerika kıtasında yüzde 24,2, Doğu Avrupa ülkelerinde yüzde 17,7, iken Afrika ülkelerinde yüzde 5,8’e kadar gerilemektedir.

Türkiye’nin sağlık dahil toplam sosyal koruma harcamalarının GSYH’ye oranı ise ILO’ya göre yüzde 13,1’dir. Türkiye ile benzer iktisadi ve sosyal özelliklere sahip İspanya’da toplam sosyal güvenlik harcamaları yüzde 23,1, Yunanistan’da yüzde 23 ve Portekiz’de yüzde 22,9’dur.

Dolayısıyla Türkiye GSYH’dan sosyal güvenliğe yaptığı harcamalar bakımından dünya ortalamasının oldukça altında yer almaktadır.

Daha vahimi ise ülkemizin Arnavutluk hariç Avrupa’da en düşük sosyal güvenlik harcamasına sahip ülke konumunda olmasıdır.

75 yıllık kurumsal sosyal güvenlik uygulamalarına ve 60 yıllık anayasal sosyal devlet ilkesine rağmen GSYH’dan sosyal güvenliğe yaptığı harcamalar bakımından dünya ortalamasının altında kalmak, Avrupa’nın en alttaki iki ülkesinden birisi konumda olmak Türkiye’ye yakışan bu bir tablo değildir.

Bu tablonun oluşmasında Türkiye’de sosyal güvenlik alanında yaşanan dönüşüm yatmaktadır. Özellikle sistemde 1999 yılından itibaren bir noktaya gelen ve 2000’li yıllardan itibaren hızlanan süreçte sosyal güvenlik sistemine ayrılan kaynaklar enflâsyonun, işsizliğin ve gelir eşitsizliğinin sebebi gibi gösterilmiştir. Buna karşın İktidarların sistemin kaynaklarına müdahalesi ve yanlış kullanması ise bilerek görmezden gelinmiştir.

Dolayısıyla işgücüne katılım oranının oldukça düşük, kayıt dışı istihdamın, işsizliğin ve eksik istihdamın boyutlarının çok yüksek olduğu bir ülkede çözüm ne yazık ki sosyal devlet anlayışının adım adım terk edilmesinde, yeni liberal politikalara geçişte aranmıştır.

Elbette sosyal güvenliğin en önemli boyutlarından biri emekli aylıkları ve gelirlerdir. Onca yıl çalışan bir insanın yaşamın çok daha zor bir döneminde insanca yaşayacak bir gelir elde etmesi temel bir insan hakkıdır. Dolayısıyla emekli aylık ve gelirlerinin düzeyi bir ülkenin aynasıdır.

Ancak sosyal güvenlikte dönüşüm olarak ortaya konan politikalar emeklileri vurmuştur.

Aktif pasif dengesini sağlama adına emeklilik yaşı kademeli artırılmıştır. İlk adım olarak 1999 yılında emeklilik yaşını kadınlar için 58 ve erkekler için 60 yaşına çıkartan 4447 sayılı Kanun yürürlüğe girmiştir. İşin garip tarafı koalisyon hükümeti döneminde bu yasaya muhalefet eden hatta TBMM’de zabıtlara geçen konuşmalarında söz konusu yasayı “Avrupa’da yok, hatta Afrika’da bile yok” diyerek eleştirerek tıpkı bizim gibi “mezarda emeklilik’ olarak nitelendirenler 3 yıl sonra iktidara gelince bu eleştirilerini unutmuştur

2008 yılında 5510 sayılı Kanunu’nda yaptıkları değişikliklerle emeklilik yaşını hem erkeklerde hem de kadınlarda kademeli olarak 65 yaşına, prim ödeme zorunluluğunu ise 4(a) sigortalıları için 7200, 4 (b) sigortalıları yani kamu emekçileri için 9000 prim güne çıkaran düzenlemeyi hayata geçirmiştir.

Buna göre emekli aylık bağlama oranları ve emekliye milli gelir artışından verilen pay düşürülmüştür.

Çalışma yılı ve prim gün sayısını doldurmasına rağmen yaş koşulu nedeniyle emekliliği ertelenen, yüz binleri mağdur eden Emeklilikte Yaşa Takılanlar sorunu yaratılmıştır.

Emekli aylıkları alt sınırının kaldırılması ve emekli aylık artışlarının enflasyona endekslenmesi sonucu emekli aylıkları 2008 sonrasında hızla düşmeye başlamıştır.

Nitekim SGK’nın Eylül 2021 Mali İstatistikler tablosu verilerine göre Eylül 2021 itibariyle en düşük işçi emekli aylığı 2.523 TL, düşük kamu emekçisi yani memur emeklisi aylığı 3.150 TL, ortalama işçi emekli aylığı 2.600 lira ve en yüksek işçi emeklisi aylığı ise 4.836 lira olarak gösterilmektedir.

Buna göre 2002 yılında asgari ücretin yüzde 50 üstünde olan ortalama işçi emekli aylığı mevcut 2.825 TL olan asgari ücretin altında kalmıştır. Yine 2002 yılında asgari ücretin 1,4 katı olan en düşük kamu emekçisi aylığı bugün mevcutta 2.825 TL olan asgari ücretin 1,1 katına kadar gerilemiştir.

Söz konusu rakamlara anlamlı seviyelere çekilmez ise 2022 itibari ile 4.253 TL olan asgari ücretin karşısında çok daha gerilere gidecektir.

Kaldı ki bu SGK’nın bu emekli maaş verilerinin ne kadar sağlıklı olduğu da tartışma konusudur.

SGK’ya göre en düşük işçi emekli aylığının 2.523 TL’dir.

Ancak 25 Mart 2020 tarih ve 7226 sayılı yasa ile emeklilere yapılacak ödemenin 1.500 TL’den az olamayacağı ve daha düşük hesaplanan emekli aylıklarının farkının Hazine tarafından karşılanarak 1.500 liraya yükseltileceğinin hükme bağlandığını bilmeyen yoktur. Yani Türkiye’de SGK’nın 2.523 Tl olduğunu iddia ettiği en düşük işçi emekli aylığının altında bir aylıkla yaşam mücadelesi verdiğini bilmeyen yoktur.

Öte yandan SGK verilerine göre en düşük emekli aylığı 2.523 TL, Buna karşın ortalama işçi emekli 2.600 TL, Yani en düşük emekli maaşı ortalamanın sadece yüzde 2,9 altındadır.

Dolayısıyla burada da hayatın olağan akışına aykırı bir gariplik, aritmetik olarak akılları zorlayan bir durum vardır.

Tüm kamuoyu en düşük işçi emekli aylığının SGK’nın iddia ettiği gibi 2.523 TL ve en düşük kamu emekçisi maaşının da 3.150 TL olmadığını bilmektedir.

Bunun için SGK’yı geçmişte olduğu gibi tutar aralıklarına göre emekli aylıklarına ilişkin detaylı verileri açıklamaya davet ediyoruz.

Kamuoyunun gerçek hayatta karşılığı olmayan rakamlarla yanıltılmasına bir an önce son verilmelidir.  Kaç emeklinin 1.500 liranın altında emekli aylığı aldığı ve Hazine tarafından 1.500 liraya tamamlandığı, kaç emeklinin1.500-1.750 lira aralığında, kaç emekli 2.000-2.250, emekli aylığı ve geliri alıyor açıklanmalıdır.

Bu süreçte üye sendikamız Enerji Sanayi ve Maden Kamu Emekçileri Sendikası’nın 2015 yılında kazandığı dava ile kamu emekçilerine kısmen nefes aldırmıştır.  Anayasa Mahkemesine taşınan dava sonucunda emekli ikramiyesinin ödenmesinde 30 yıl sınırı ortadan kaldırılmış ve kamu emekçileri çalıştıkları sürenin tamamı üzerinden emekli ikramiyesi almaya hak kazanmıştır.

Ancak bu önemli kazanıma rağmen kamu emekçisi emekliklerinin içine sürüklendiği yoksulluk tablosu derinleşmeye devam etmiştir.

Emeklilik yaşı düzenlemesinin de etkisiyle SGK’nın aktif – pasif Oranı 2009 yılından itibaren düzenli olarak artış sergilemektedir. Fakat finansman sorununun altında yatan diğer bütün nedenler yerli yerindedir. Bu nedenlerle söz konusu değişim esasen SGK’nın toplam açıklarının artışını engelleyememiştir.

Aradan geçen bunca yıl sonra sosyal güvenlik ve sağlık sistemlerinin krize girmesinin iddia edildiği gibi “yaş sınırları”dan, “prim gün sayısının düşük olması”ndan kaynaklanmadığı ortaya çıkmıştır. Gerçek ortadadır. Çalışma yaşamının esnekleştirilmesi, çalışma ilişkilerinde kuralsızlığın egemen olması sosyal güvenlik sistemini çöküşe götüren yolu açmıştır. Sosyal devlet anlayışının adım adım terk edilip yeni liberal politikalara geçilmesi ile birlikte ‘kara delik’ olarak görülen sosyal güvenlik sisteminin finansmanında bütçeden ayrılan kaynakların asgariye çekilmesi, kayıtlı kesim üzerinden alınan primlerin temel alınması yoluna gidilmiştir. Ancak bu durumda toplanan primlerin giderleri karşılayamadığı bir tablo ortaya çıkmıştır.

Kayıt dışı istihdamın düşük ücretli güvencesiz istihdamla kapatılmaya çalışıldığı, eksik kazanç ya da ücret bildiriminin önüne geçilemediği, iş gücüne katılım oranın yeterince artırılmadığı, işverenlerin sigorta prim borçlarına sık sık af getirildiği koşullarda bu tablonun değişmesi mümkün değildir.

Mevcut sosyal güvenlik sistem işverenleri-sermayeyi prim indiriminden, işsizlik fonu desteğinden, vergi imtiyazlarından sonuna kadar yararlandıran bir sistemdir. Sistemin yükü ise altını çizdiğimiz üzere düşük ücret-maaş politikası dayatılan emekçi sınıflara yıkılmaktadır.

Oysa bütçenin omurgasını oluşturan vergilerin büyük bölümünü emekçi sınıflar ödemektedir. Vergi sistemi oturmuş ülkelerde çalışanların tükettiği her kalemden alınan dolaysız vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı otuzu geçmezken ülkemizde bu oran yüzde yetmişi aşmıştır.

Yıllar boyunca işçilerin, kamu emekçilerinin ücretlerinden maaşlarından artan oranlı gelir vergisi peşin peşin kesilirken, koca koca şirketlerin bir asgari ücretli kadar vergi ödemediği bir ülkede bütçeden sosyal güvenliğe ayrılan payın bir yük olarak görülmesi, “kara delik” olarak nitelendirilmesi en büyük adaletsizliktir.

SGK istatistiklerine göre 83 Milyonluk nüfusun Gelir Testi yaptıranlar dahil tamamının Sosyal Güvenlik kapsamında olduğu iddia edilmektedir.

Oysa 1 Ocak 2012’de başlanan zorunlu GSS uygulaması ile işsiz, yardıma muhtaç ve öğrencilerden oluşan milyonlarca kişiye borç çıkarılan bir ülkede 83 milyonun tamamının sağlık hizmetinden eşit ölçüde faydalandığını söylemek mümkün değildir.

Gelir testlerinin bir fakirlik yarışı haline getirildiği, hane gelirinin brüt asgari ücretin 1/3’nin altında olduğu için GSS primi devlet tarafından ödenen milyonların bir ülkede vatandaşların sağlık hizmetinden eşit ölçüde faydalandığını söylemek mümkün değildir.

Dolayısıyla neredeyse her evde bir işsizin, işten atılanın, okulu bitenin olduğu ülkemizde zorunlu GSS ile halkın sırtına ilave bir sağlık vergisi yüklenmiştir.

Gerçek bir sosyal güvenlik sisteminde mükellef olmamaları gereken en yoksul kesimler elektrik, su faturası öder gibi bugünün rakamları ile asgari 107 TL prim ödemeye zorlanmaktadır.

Bu tutarı ödemekte zorlanan milyonlarca yurttaşa yönelik hemen her yıl gecikme cezasının ve faizlerin silinmesini kapsayan kampanyalar “müjde” gibi sunulmaktadır.

Dolayısıyla sistem iddia edildiği gibi herkesi değil, parası olanı kapsam altına almış, parası olmayanı borçlandırmıştır.  Zorunlu GSS sisteminin prim borçları nedeniyle artık yürümediği görülmelidir.

Bilindiği gibi sosyal güvenlik reformunun en önemli ayağı tek çatı idi. Ancak primli sosyal güvenlik kurumları tek çatı altında toplansa da primsiz ödemelere ilişkin dağınıklık devam etmektedir.

5510 hazırlanırken gündeme gelen primsiz ödemelerin tek çatı altında toplanmasına ilişkin yasa hazırlığının geri çekilmesi, primsiz ödemelerin dağınık, karmaşık ve siyasal müdahalelere açık hale gelmesine yol açmaktadır.

Sosyal Güvenlik Sisteminde dönüşüm kapsamında sağlık harcamalarındaki artış, bir başarı öyküsü olarak kamuoyuna sunulmaktadır. Ancak bu harcamaların en büyük kaleminin ilaç şirketlerine, özel hastanelere, taşeron şirketlere yapıldığı bilinmektedir.

Koruyucu sağlık hizmetlerine ve halk sağlığına yönelik politikaların rafa kaldırıldığı “sağlıkta dönüşüm” sürecinde, sağlık harcamalarındaki artış, daha maliyetli olan tedavi edici sağlık hizmetlerine aktarılmaktadır.

Tedavinin her aşamasında cepten ödemenin önü açılmış, sağlık hak olmaktan tamamen çıkarılmış, “satın alınan bir hizmete” dönüştürülmüştür.

Koruyucu sağlık hizmetlerine ve halk sağlığına yönelik politikaların rafa kaldırıldığı “sağlıkta dönüşüm” sürecinde, sağlık harcamalarındaki artış, daha maliyetli olan tedavi edici sağlık hizmetlerine aktarılmaktadır. Tedavinin her aşamasında cepten ödemenin önü açılmış, sağlık hak olmaktan tamamen çıkarılmış, “satın alınan bir hizmete” dönüştürülmüştür. Halkın sağlık harcamaları için cepten yaptığı ödeme 2009 yılında 8,1 milyar lira iken 2014 yılında yaklaşık iki katına çıkmıştır.

Bu sırada sağlık harcamalarını yapan kesimler arasında harcama yükünün önemli bir kısmı SGK’nın üzerine aktarılmıştır. 2004 yılında devletin yaptığı sağlık harcamaları içinde merkezi devletin payı yüzde 35, SGK payı ise yüzde 62 idi. 2020 yılına gelindiğinde merkezi devletin payı yüzde 30’a gerilerken SGK harcamalarının payı yüzde 68’e çıkmıştır.

Kısacası sağlıkta dönüşüm döneminde merkezi bütçeden yapılan sağlık harcamaları ile SGK tarafından yapılan sağlık harcamaları birbiri ile yer değiştirmiştir.

Hastanelerin yıllık gelirinde meydana gelen artış ile SGK’nın cari sağlık harcaması yükünde meydana gelen artışa neredeyse eşit hale gelmiştir. Yani sağlıkta yük SGK’nın sırtına yıkarken, gelirlerin önemli bir bölümü şehir hastanelerine, özel hastanelere kanalize edilmiştir.

Ayrıca yurttaşların sağlık harcamaları için cepten yaptığı harcamalarda gittikçe artmıştır. 2010 yılında sağlık harcamalarının yüzde 20,9’unu cebinden ödeyerek karşılayan yurttaşlarımız, 2020 yılına gelindiğinde sağlık harcamalarının yüzde 24’ünü kendileri karşılamak zorunda kalmışlardır.

Sağlığın piyasalaştırılması sürecinin bir diğer ayağı da kuşkusuz sağlık emekçilerinin güvencesizleştirilmesidir. Sadece güvencesizleştirme değil dönüşüm programları sonrasında sağlık emekçilerine yönelik şiddet de vahim düzeyde artış göstermiştir.

Toparlayacak olursak; kısacası bugün geldiğimiz noktada sosyal güvenlik sisteminde aktif-pasif dengesini sağlamak adına hayata geçilen politikalar sorunları çözmemiştir.

Emeklilikte Yaşa Takılan milyonlarca mağdur yaratmış hem SGK hem de yurttaşların sağlık harcamaları artmıştır. Bu ve benzeri sorunların, sosyal güvenlik sisteminin açıklarının giderilmesi ancak sosyal güvenliğin bütününü kapsayan gerçek bir dönüşümle sağlanabilir.

Bunun yolu da idari ve mali olarak özerk bir SGK oluşturulmasından geçmektedir.

Hepimizin bildiği üzere Genel Kurullar taban iradesinin yansıdığı, en üst karar alma ve politika oluşturma organlarıdır. Dolayısıyla her kurumda, örgütte genel kurulların temel işlevi denetim, ibra ve karar almadır.

Ancak normal koşullarda her genel kurulun olmazsa olmazı kabul edilen bu temel nitelikler ne yazık ki bugün burada altıncısı için bir araya geldiğimiz SGK Genel Kurullarında yok hükmündedir.

SGK Genel Kurulları bir karar organı değil, danışma organına dönüşmüştür. Bu haliyle de Yüksek Danışma Kurulu toplantılarından bir farkı kalmamıştır. Genel Kurulun kullanması gereken yetkiler ise başkan ve başkan yardımcıları dahil üyelerinin yarısı Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen Yönetim Kurulu’na verilmiştir.

Oysa bugün hepimizin temel ihtiyacı kâğıt üstünde kalmayan, idari ve mali açıdan özerk bir SGK’dır. 

Böyle bir SGK ise prim ödeyen ve emekli olan milyonların sosyal güvenlik politikalarının öznesi haline getirilmesi ile mümkündür.   Yıllardır altını çizdiğimiz bu temel eksiklik giderilemedikçe burada söylediğimiz her söz suya yazı yazmanın ötesine geçmeyecektir.

Buna rağmen tarihe kayıt düşmek adına sosyal güvenlik ile ilgili temel taleplerimizi sıralayarak sözlerime son vermek istiyorum.

  • Kamusal, özerk yeni bir sağlık ve sosyal güvenlik sistemi kurulmalıdır.
  • Mevcut yasa yerine sosyal, dayanışma esaslı bir sosyal güvenlik yasası çıkarılmalı, emeklilik yaşı, prim gün sayısı azaltılmalıdır. Emeklilikte Yaşa Takılanlar sorunu derhal çözülmelidir.
  • 5510’daki aylık bağlama sistemin değişmesi şarttır. Emekli aylıklarının alt sınırı asgari ücret olmalıdır.
  • Emekli maaşlarında yıllardır süren erimeyi durdurmanın ilk adım olarak tüm emekliklerin maaşları 2022 yılı Ocak ayından itibaren asgari ücrette yapılan %50,4 oranında artırılmalıdır.
  • Aylık bağlama oranları yükseltilmelidir. Emekli aylıkları bağlanırken ve artırılırken ekonomik büyümenin tamamı dikkate alınmalıdır. Emekli aylık artışlarında enflasyon+büyüme yöntemi uygulanmalıdır.
  • Kamu emekçilerinin emeklikte maaşın düşmesini engellemek için her ne ad altında olursa olsun tüm ek ödemeleri emeklilik maaşı ve emekli hesabında dikkate alınmalıdır.
  • 5510 sayılı Kanuna tabi kamu emekçileri ile 5434 sayılı kanuna tabi kamu emekçileri arasında emekli maaşı ve ikramiyesi ve sosyal güvenlik hakkı bakımından yaşanan farklar giderilmelidir.
  • Yaklaşık üç buçuk yıl önce bizzat Cumhurbaşkanı tarafından verilen 3600 ek gösterge sözü ayrımsız tüm kamu emekçilerini kapsayacak bir düzenleme ile hayata geçirilmeli, kamu emekçileri için en düşük ek gösterge 3600 olmalıdır.
  • Sosyal güvenlik kurumlarının finansman açıklarının bedeli yoksul halk kesimlerine ödettirilmemelidir. Burada yapılması gereken, sermayenin vergilendirilmesi, işsiz ve yoksul kalan yığınlara Temel Gelir Güvencesi sağlanmasıdır.
  • İşsizler ve yoksullar başta olmak üzere temel insani gereksinimler ücretsiz karşılanmalı, sağlığı etkileyen tüm toplumsal koşullar iyileştirilmeli; beslenme, barınma, sağlığa uygun su, eğitim, sağlık vb. haklar ücretsiz sağlanmalıdır.
  • Kayıt dışı çalışma mutlaka engellenmeli, tüm çalışanlar derhal sağlık ve sosyal güvenlik kapsamına alınmalıdır. Kayıt dışı istihdamı izleme ve önleme mekanizması etkinleştirilmeli, kayıt dışılığın nedenleri incelenerek nedenlere göre çözümler sunulmalıdır.
  • Genel Sağlık Sigortası yerine sağlık hizmetleri vergilerden finanse edilmeli, kamudan özele kaynak aktarımı durdurulmalıdır. Halkın sırtındaki yükü gittikçe artıran ilaç, muayene ve benzeri katılım payları uygulaması durdurulmalıdır.
  • Özel sektör teşvikleri durdurulmalı, kamusal kaynaklar sağlık alanındaki kamusal yatırımlara yönlendirilmeli ve kamulaştırma esas alınmalıdır.
  • Aile hekimliği uygulamalarından vazgeçilmeli, yerine koruyucu sağlık hizmetlerini önceleyen kent örgütlenmesi güçlendirilmiş birinci basamak yaratılmalı, hizmetin hiçbir aşamasında ücret talep edilmemelidir.
  • Aşı ve ilaçta küresel tekellere bağımlılık azaltılmalı, toplumsal ihtiyaçlara uygun, bilimsel yatırımlar yapılmalıdır.
  • İşgücü piyasasında eril ve cinsiyetçi zihniyeti gerileten bir yaklaşım esas alınmalı, kadın emeğinin önündeki engellerin kaldırılmalı, bu konudaki ayrımcılığın yaptırıma tabi tutulması sağlanmalıdır.
  • Kalkınma planları başta olmak üzere hazırlanan plan, program ve stratejilerinin reel duruma uygun ve kendi içlerinde bağlantılı, tutarlı ve geçerli olması sağlanmalıdır.
  • Kamusal sosyal güvenliği ve emeklilik sistemini tasfiye etmenin bir aracı olarak kullanılan zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemine (BES) son verilmeli, kesintiler derhal durdurulmalıdır.
  • Herhangi bir suç işlediği yargı kararıyla sabit olmayan tüm SGK emekçileri işlerine döndürülmelidir.
  • İhraç kamu emekçilerinin hizmet birleştirme taleplerini bahane ederek emekli ikramiyesi ödenmemesine ilişkin uygulamaya son verilmelidir.
  • (Bağlı sendikamız Büro Emekçileri Sendikası üyesi olup halen açıkta olan kamu emekçileri derhal işe başlatılmalıdır. )
  • Kurum Başkanlığı, az personelle çok iş yaptırma politikasına devam etmektedir. Halen Sosyal Güvenlik Kurumu Merkez Teşkilatı, İl ve Merkez Müdürlüklerinde yaşanan iş yoğunluğundan kaynaklı mevcut çalışanları bir merkezden diğerine tayin ya da geçici görevlendirmeler yapmak yerine kadrolu yeni personel alımı yapmalıdır.
  • Bazı SGK çalışanlarına yılda iki defa ödenen ikramiyeler tüm çalışanlara ödenmelidir.
  • SGK Ek Ödeme Yönetmeliğinde düzenleme yapılarak tüm personelin ek ödeme puanı en az 30 puan arttırılmalıdır.
  • Fazla mesai ödemeleri arttırılmalı, fazla mesai ödemesi sadece belli birimleri değil mesaiye kalan tüm personeli kapsamalıdır.
  • Hukuk biriminde çalışan personele vekalet ücretlerinden ödeme yapılmalıdır.
  • (SSGM’lerde reçete ve fatura inceleme birimlerinde görev yapan bütün personele fatura inceleme bedeli ödenmelidir.)
  • 666 sayılı KHK ile gasp edilen (ikramiye, mesai, büyük şehir farkı vb.) ekonomik haklarımız, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara uygun şekilde düzenleme yapılıp, kaldırıldığı tarihten bugüne kadar geçen süreler dikkate alınarak ödenmelidir.
  • Kurum içi personelden, öğrenim ve yaş koşulu aranmaksızın icra memurluğu, denetmen yardımcılığı ve SGK Uzmanlığı için yazılı sınavla temini yapılmalıdır.
  • Görevde Yükselme Sınavlarındaki mülakat uygulamasına son verilmeli, sınavlar objektif kriterlere göre yapılmalıdır.

KESK olarak işçilerin, kamu emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarını ve geleceğini olumsuz etkileyecek her adımın, “reform” adı altında başta iş güvencemiz olmak üzere haklarımızın tasfiye edilmesinin karşısında olmaya devam edeceğimizin bilinmesini istiyor, hepinize tekrar saygılar sunuyorum.