İBRAHİM Ö. KABOĞLU: SEÇİM, HUKUK VE SORUMLULUK’ (02. 04. 2015)

220

“Paralel ihlâl” halkalarında sürekli genişleme ve çeşitlenme var.
Zirvede Anayasa: CB, her geçen gün Anayasa ihlâl yol ve yöntemlerini çeşitlendiriyor; bunda sınır tanımıyor…
Tabanda hak ve özgürlükler:
kamu görevlileri, mevzuatı zorlayarak sürekli ihlâlde bulunuyor. Meselâ, İstanbul Valisi, “1 Mayıs kutlaması Taksim’de yapılmayacak” derken, yasal bir dayanak kullanma gereği bile duymuyor. Belli ki, “Ankara’nın nabzı”nı tutuyor. İç güvenlik adına yürürlüğe konan “torba kanun”, bu tür keyfi karar ve uygulamalara ivme kazandırma
ve yaygınlaştırma kaygısını da beraberinde getirdi.
Tahmin edilen odur ki, seçim öncesi meydanlar, “demokratik muhalefet”e dar edilecek. özgürlükleri sokakta kullanmakla terörizm arasında bir bağlantı bulunmadığını belirtmeye gerek var mı?
Paralel durum, “anayasa ihlali”
ortak paydasında buluşuyor: Devletin zirvesindeki CB, her gün Anayasa’yı ihlâl ederek, iktidarı kişiselleştirmeye ivme kazandırıyor; devletin çeşitli kademelerindeki yetkili ve görevliler, Anayasa ve yasaları ihlâl ederek yurttaşların hak ve özgürlüklerini kullanmalarına engel oluyor.
‘Bekleme odası’ uygulamada…
“Parlamenter rejimi bekleme odasına aldık” şeklindeki açıklama, Başbakan’ın, “Bakanlar Kurulu Başkanı” pozisyonundan “fiili parti başkanı” (CB) sekreterliğine soyunmasıyla, uygulama alanı bulmuyor değil. CB beklentisi doğrultusunda bir seçim beyannamesi hazırlaması bunun örneği. Ama aynı zamanda şunun da itirafı: “ben bu ülkeyi yönetemiyorum…”. Anayasa’nın güçlü başbakan ve hükümet konumuna rağmen,
Başbakan’ın
“gerçek parlamenter rejim olsaydı” türünden söylemi, tamamen havada kalıyor…
CB’nin “parlamenter rejim bekleme odasına alınmıştır” deyişinden AKP’nin seçim beyannamesini okumasına kadar, her adımı, Anayasa’nın öngördüğü statünün asgari gereklerinin de dışında. Yorum tarzı farkı değil, tamamen anayasa-dışı bir durum var.
özetle, CB, Anayasa’nın kendisi için öngördüğü yükümlülükleri ve görevi yerine getirmiyor. (Anayasal görevi yapmama ile vatana ihanet
bağlantısı ciddi olarak tartışılacak önümüzdeki haftalarda…).
Savunmaya bakın: “Türkiye bir kabile devleti değil” (CB).
Doğru! çünkü, kabile devletinin bile kuralları ve gelenekleri var; gelenekleri ve
uzunca zamandır yerleştirilmeye çalışan kuralları hiçe saymak, kabilenin bile gerisine düşüyor ülkeyi. Zaten, bölen değil, ancak birleştiren kişi kabile reisi olabilir…
Başkanlık sendromu / sandık fetişizmi…
CB’nin sürekli 400 milletvekili istemesi de, bu çerçevede anlam kazanıyor. CB’nin anayasal statüsünün tamamen dışında.
Bir yandan, Başkanlık
isteği, Parti’ye daha çok milletvekili kazandırmak için, çok güçlü bir slogan haline getirilmek üzere; öte yandan, adaylar açısından da, “fiili lider”lerinin gözüne girmek için bir propaganda aracı (bkz. AK Parti milletvekili aday adayının Hürriyet’e “söyleşi ilanı”, 31 mart).
Sandığa asılma biçimi ve 400 milletvekili sloganı, iktidardan olma korkusunu da ifşa etmiyor değil.
İlke tartışması bir yana, hiçbir ciddi gerekçe yok. Bunun nedeni şu: bir kişinin başkan olmasına endeksli devlet yapısını değiştirme hedefi.
Haliyle, ciddi gerekçe üretmeleri mümkün değil;
dürüst davransalar daha uygun olurdu: “biz Sn. Erdoğan’ın Başkanlık arzusunu karşılamak için her türlü özveride bulunmaya hazırız…”
Vahim olan ise, “tek kişi” için rejim kurma ereğinde
anayasanın askıya alınması ve 1982’nin yarattığı Yürütme’nin bütün gücünü kullanması yoluyla “devlet olanakları”nın bu amaca yönlendirilmesi.
Mahçup edilmeye!
“Diktatörleşirse Müslümanları bile yönetemez” (E. Mahçupyan) sözü, bir uyarı olarak görülebilir: ‘eğer fren-denge mekanizmaları kurulmaz ise, kendisine biat eden milyonlar bile başkaldırır’ şeklinde bir uyarı. Ama, “yandaş kalemler”, tıpkı
gazeteci Amberin Zaman’a yaptıkları gibi, “bile” bağlacını hakaret sayıp, uyarı sahibini pişman edebilirler.
YSK göreve…
Anayasa’yı ihlâl etmekte olduğunu açıkça beyan etmekle kalmayıp, bir tür “erken seçim” kampanyası başlatan CB’nin söylem ve eylemleri karşısında kendini yetkisiz addeden Yüksek Seçim Kurulu, Anayasa’nın ilgili hükümlerini ve ilgili mevzuatı bir kez daha bütünlüklü olarak okumalı.
Sonuç olarak, seçilmiş olmak, hukuku açıkça ihlal etmeyi meşru kılmaz; edenleri de sorumluluktan bağışık tutmaz.
02. 04. 2015 – BİRGÜN