Patriyarka- kapitalizm iş birliği hız kesmiyor. Milli Eğitim Bakanlığı, yaptığı bir yönetmelik değişikliği ile kamudan sonra özel anaokullarının da ikili sisteme geçmesini düzenledi. Yani artık bütün anaokulları yarım gün. Bu da; ya “yarım gün çalışan” ya da “çalışmayan” anne demek. Dolayısıyla kadınlar bir kez daha emek gücünü daha değersiz veya bütünüyle görünmez hale getiren seçeneklerden birini tercih etmeye zorlanıyor.
Patron her iki seçenekte de kârlı. Hem daha az ücret ödüyor hem de ev içindeki görünmeyen emek sayesinde iş gücünün yeniden üretimi maliyetine katlanmıyor.
Yarı zamanlı, geçici ve güvencesiz işlerin “kadın işi” olarak tescillenmesi erkeğin toplumsal hayattaki hiyerarşik üstünlüğünü güvence altına alırken kadın-erkek arasındaki eşitsizliği çok boyutlu olarak yeniden üretiyor. Refah politikalarındaki ideolojik dönüşümle birlikte düşünüldüğünde ise görünürde çalışma yaşamına ilişkin olan bu eşitsizliğin boyutları başta eğitim ve sosyal koruma olmak üzere birçok hak ve kamusal hizmetten yararlanmaya kadar uzanıyor.
üretim sistemi yeniden örgütlenirken, sosyal refah olgusu da küresel kapitalizmin yeni ihtiyaçlarına uygun olarak dönüşüyor. Bundan böyle refah tedbirlerini kazanılmış haklar mantığı ile değerlendirmek yerine getirisi verimlilik artışı olan “yatırım” maliyetlerine dönüştürmek gerektiği savunuluyor. Dahası, sosyal refaha ancak piyasanın rekabet gücüyle uyumlu olduğu ölçüde cevaz veren bu yaklaşım; “Zalim neoliberalizme karşı refah tedbirlerinin ortadan kalkmasını engelleyecek bir alternatif” olarak parlatılıyor.
öte yandan geleneksel refah politikalarının sürmesi gerektiğini savunanlarsa, bir dizi ampirik bulgu vasıtasıyla, bu tedbirlerin aslında ekonomik performansa zarar vermediğini ispatlamaya çalışıyor. Yani refah hizmetleri nerden bakarsanız bakın hak olma nosyonunu yitirmiş durumda.
“Sosyal yatırım” yaklaşımı, istihdam yaratmak yerine emek gücünün vasıflarının geliştirilmesi yoluyla “istihdam edilebilirliğini” arttırmayı öngörüyor. Yani işsizliğin önlenmesi değil de mevcut iş gücü arasında yeniden dağıtılması söz konusu. Bu yaklaşım, emek gücünün bütünü açısından taşıdığı sakıncalar bir yana, çalışma yaşamından uzaklaştırılan kadınları açıkça dışlıyor.
Eğitim, bir “yatırım maliyeti” olarak değerlendirdiği ölçüde getirisi emek gücü piyasasında harcanacak zaman ve ücret miktarı üzerinden hesaplanıyor. Dolayısıyla kadını çalışma yaşamından uzaklaştıran politikalar kadın emeğini geliştirmeye yönelik eğitim harcamalarını “Düşük getirili bir ölü yatırım” haline dönüştürüyor. Bu durum, kadınların işyerinde eğitim olanaklarını daraltırken, kadın emeğinin vasıf ve niteliklerinin gelişmesini engelliyor. Dahası, kız çocukları için yapılan eğitim harcamalarını da bir “israf” kalemi haline getiriyor.
öte yandan sosyal koruma ile istihdam arasında sıkı bir bağ kurulduğu da düşünülürse; kadınları çalışmamaya zorlayan tüm politikalar birçok kadını sosyal korumanın dışına iterken, birçoğunu ise sosyal güvenlikten yararlanma bakımından mutlak bağımlı hale getiriyor.
Gelirin yeniden dağıtımının devlet eliyle yapılmamasını savunan sermaye tercihi, “kutsal aile” yaklaşımıyla birleştiğinde ise aile odaklı enformel dayanışma modelleri hem ekonomik hem de geleneksel açıdan özendiriliyor ve giderek ağırlık kazanıyor.
Toplumsal cinsiyetçi iş bölümünü yeniden üreten bu modelde, devlet tarafından sağlanan bakım harcamaları kimi zaman bütçe açığına yol açan “pasif” kalemler olarak değerlendirilip kadının ev içindeki yükü arttırılırken, kimi zamansa kadının çalışmaması koşuluyla yapılan sınırlı ödemelerle geleneksel rol dağılımı perçinleniyor.
Bütün bunlar gösteriyor ki; “Kadın istihdamını artırmak ve geliştirmek” iddiası da aslında sadece biçimsel ve içi boş bir politika “hedefi” .
Yaşasın iffet!
01. 09. 2014 – EVRENSEL